NEHC'ÜL-BELÂĞA VE ŞİÎ DÜŞÜNCE
Ehlibeyt İmamlarının ilâhiyat bahislerini gündeme getirecek bu konuları enine boyuna tahlil etmeleri, Şiî düşüncesinin öteden beri felsefî düşünce hâline gelmesine sebep olmuştur. Nehc'ül-Belâğa bunun ilk ve en açık örneğidir. Bu, İslâm tarihinde yeni bir şey olmayıp, bizzat Kur'ân-ı Kerim'in insanlara sunduğu bir yöntemdir. Ehlibeyt İmamları Kur'ân-ı Kerim'in talimatlarına uyarak, Kur'ân'ın tefsiri unvanıyla bu gerçekleri açıklamışlardır. Bu alanda kınanması gereken birileri varsa, o da bu yoldan gitmeyen ve vesileyi kaybeden başkalarıdır.
Tarih, asr-ı saadetten beri Şia'nın bu meselelere diğerlerinden daha fazla yöneldiğini göstermektedir. Ehlisünnet arasında inanç dalında Şia'ya diğerlerinden daha yakın olan Mütezile fırkası da buna yönelmiş, fakat bildiğiniz gibi cemaatın sosyal mizacı bunu kabul etmemiş ve takriben hicrî üçüncü asırdan itibaren yok olup gitmişlerdir.
Mısırlı Ahmet Emin "Zahr-ul İslâm" adlı kitabının birinci cildinde bunu doğrulamıştır. O, Şiî olan Fatimîler tarafından Mısır'da başlatılan felsefî-fikrî akımını inceledikten sonra şöyle der:
"Felsefe Şia'ya, Ehlisünnet'ten daha çok intisap eder. Bunun en bariz örneğini Mısır'daki Fatimîler'de ve İran'daki Buyeoğulları döneminde görmekteyiz. Hatta son asırlarda Şiî İran, felsefeye diğer Müslüman ülkelerden daha fazla önem vermiştir. Şiî eğilimleri olan ve İran'da felsefe tahsili gören Seyyid Cemaleddin Afganî Mısır'a gelir gelmez orada hemen bir felsefe hareketi başlattıydı."
Ancak Ahmet Emin, Şia'nın neden başkalarından daha fazla felsefeye önem verdiği konusundaki görüşünde kasıtlı veya kasıtsız olarak yanılmıştır. O diyor ki: "Şia'nın akli ve felsefî konulara başkalarından daha çok eğilim göstermesinin nedeni, batınîlik ve tevile eğilimlerinden kaynaklanmaktadır. Onlar, batınî düşüncelerini tevil etmek için felsefeden yardım almak zorunda kalmışlardır. İşte bu nedenle Mısır'daki Fatimîler, İran'daki Buyeliler, Kacarlılar ve Safevîler felsefeye diğer Müslüman bölgelerden daha fazla eğilim göstermiştir."
Ahmet Emin'in bu sözü tamamen temelsiz ve boş bir sözdür. Bu eğilimi Şia imamları oluşturmuşlardır. İstidlallerinde, hitabelerinde, hadislerinde, rivayetlerinde ve dualarında felsefenin en yüce ve en ince meselelerini söz konusu eden onlardır. Nehc'ül-Belâğa bunlara sadece bir örnektir. Hatta nebevî hadisler açısından da Şia rivayetlerinde Resulullah'tan (s.a.a) diğerlerinde bulunmayan yüce ve derin anlamlı rivayetlere rastlamaktayız. Şia düşüncesi felsefeye has değildir; kelâm, fıkıh, usul-u fıkıhta da özel bir seçkinliği vardır; bunların hepsinin kaynağı da bir şeydir.
Bazıları ise bu farklılığı "Şia milleti"ne ait bilip şöyle demişlerdir: "Şiîler İranlı ve İranlılar da Şiî oldukları için ve İran halkı düşünür ve ince düşünceli olduğu için güçlü düşünceleriyle Şia öğretilerini yükseltmiş ve ona İslâm rengi vermişlerdir."
Bertrand Russel "Batı Felsefe Tarihi" adlı kitabının ikinci cildinde buna dayanarak görüş belirtmektedir. Russel düşünce yapısı ve alışkanlığı gereği bu konuyu da terbiyesizce işlemektedir. Elbette o, bu iddiasında mazurdur; çünkü o İslâm felsefesine temelden yabancıdır ve bu alanda en küçük bir bilgisi yoktur. Böyle birinin İslâm felsefesinin kaynağını teşhis edemeyeceği de açıktır.
Biz bu düşüncenin taraftarlarına diyoruz ki: Birincisi İranlıların hepsi Şiî olmadıkları gibi, Şiîlerin hepsi de İranlı değillerdi ve hâlâ da böyledir. Acaba Muhammed b. Yakup Kuleynî, Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Babeveyh-i Kummî ve Muhammed b. Ebu Talip Mazenderanî İranlı mıydılar ve Muhammed b. İsmail-i Buhari, Ebu Davud Secistani, Müslim b. Haccac-i Nişaburi İranlı değiller miydi? Acaba Nehc'ül-Belâğa'yı toplayan Seyyid Razî İranlı mıydı? Acaba Mısır Fatimîleri İranlı mıydılar?... Niçin Mısır'da Fatimîlerin nüfuzuyla felsefî düşünce ihya olurken, Fatimîler'in düşüşüyle felsefî düşünce de ölüyor ve daha sonra İranlı Şia bir seyyid tarafından tekrar ihya oluyor?!
Gerçek şudur: Bu düşünce tarzı ve bu çeşit eğilimin kaynağı, sadece ve sadece Ehlibeyt İmamlarıdır. Bütün Ehlisünnet araştırmacıları Hz. Ali'nin (a.s) ashabın filozofu olduğunu, onun düşüncesinin diğerlerinin düşüncesiyle mukayese edildiğinde bambaşka bir şey olduğunu itiraf ederler. İbn-i Sina'dan şöyle nakledilir:
"Ali (a.s) Muhammed'in (s.a.a) ashabı arasında, mahsus arasındaki makul gibidir."
Yani Ali (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) ashabı arasında duyumsanan cüz'îler arasında bir küllî veya maddî cisimlere oranla otoriter akıl mesabesindedir.
Açıktır ki böyle bir imamın izleyicilerinin düşünce tarzı diğerleriyle mukayese edildiğinde çok farklı bir görünüm sergileyecektir.
Ahmet Emin'le diğer bazıları başka bir hataya düşmüşlerdir. Onlar bu gibi sözlerin Hz. Ali'ye (a.s) isnat edilmesinden şüphe ederek diyorlar ki, Araplar Yunan felsefesinden önce bu gibi bahisler, tahliller ve dakik incelemelerle tanışmıyorlardı. Bu sözleri daha sonraları Yunan felsefesiyle tanışanlar söylemiş ve İmam Ali'ye (a.s) isnat etmişlerdir!
Biz de Arapların bu sözlerle tanışmadığını söylüyoruz; sadece Araplar değil, Arap olmayanlar da tanışmıyorlardı; Yunan ve Yunan felsefesine de yabancıydı bunlar. Ahmet Emin bey, İmam Ali'yi (a.s) de düşünce bakımından Ebu Cehl ve Ebu Süfyan gibi Arapların seviyesine düşürüyor, Ali'yi onlarla bir seviyede sayıp kendine göre sonuç alıyor!
Cahiliye Arapları Kur'ân'ın getirdiği mana ve mefhumlarla tanışıyorlar mıydı ki?! Ali (a.s) Peygamberin özel olarak yetiştirdiği öğrencisi değil miydi? Resulullah (s.a.a) Ali'yi (a.s) ashabın en bilgilisi diye tanıtmamış mıydı?! Normal bir seviyede olan bazı sahabilerin mevkisini korumak için irfan ve diğer faziletler bakımından zirvede yer alan diğer bazılarının makam ve mevkisini inkar etmeye bizi mecbur eden nedir?!
Ahmet Emin bey diyor ki: "Araplar, Yunan felsefesinden önce Nehc'ül-Belâğa'daki bu mana ve mefhumlarla tanışmıyorlardı."
Buna şöyle cevap verilebilir: Araplar Nehc'ül-Belâğadaki mana ve mefhumlarla hatta Yunan felsefesiyle tanıştıktan sonra bile tanışmamışlardır! Sadece Araplar değil, Arap olmayan diğer Müslümanlar da tanışmamışlardı! Çünkü onları Yunan felsefesi bile bilmiyordu. Onlar İslâm felsefesine özgüdürler; yani İslâm'a hastır ve İslâm filozofları tedricen İslâm kaynaklarından yararlanarak onları kendi felsefelerine sokmuşlardır.
Nehc'ül Belâğa Bir Şaheserdir
SEYİT RAZİ’NİN ŞAHSİYETİNE KISA BİR BAKIŞ NEHC’ÜL-BALAĞA’DA HİTABETİN ROLÜ