Âlem Sana Hayran
En seçkin ifadeler, kâinatın iftihar tablosu Hz. Muhammed (saa) için devşirilmiştir. Şairler, O’na (saa) olan sevgi ve saygılarını güzel kasidelerle ifade etmişlerdir. Allah Celle Celâlühü’nün “ilka” ve “ilham” etmesiyle, şairlerin ruhunda mayalanıp dillerinde mükemmel hâle gelen şiir, bu yönüyle en çok, “ekmel” ve “ecmel” olan Hazreti Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm’a yakışır. Kendini biraz bilen ve tanıyan her insan, Hazreti Muhammed’e (saa) yazılmış şiir karşısında yumuşamış, küçülmüş ve erimiştir. O Sultanlar Sultanı’nın karşısında nice söz sultanı, birer dilenci kesilmiş ve O’ndan (saa) şefaat dilenmiştir. Âlemler, O Zât’ın yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. O (saa), âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Yaratılmışların en şereflisi olan insanın her yönden zirvedeki timsali olan O Zât’ı, sadece insanlar değil; taş, ağaç, hayvan gibi diğer mahlûkat da çok iyi tanımış ve O’nun peygamber olduğuna, kendilerine mahsus dilleriyle şahadet etmişlerdir. İsrailoğullarının âlim şahsiyetlerinden Abdullah ibni Selâm, O Zât’ın simasını görür görmez: “Vallahi bu simada yalan yok.” demiş ve Müslüman olmuştur. O günden bugüne milyonlarca insan, binlerce âlim, birçok devlet adamı ve edip O’nun büyük olduğunu itiraf etmiştir.
İnsanlığın övünç kaynağı O Zât, bir insandı. Ashabının arasında oturup sohbet ediyor, her insan gibi acıkıyor, acı çekiyor, Uhud’da dişi kırılıyor, Taif’te taşlanıyordu; ama O bazı hususiyetleriyle de insanlardan farklıydı. Çünkü miraçta Cebrail’i çok gerilerde bırakıyor ve Allah’ın mukaddes cemalini görüyordu. O’nun gidip gördüğü âlemleri, hiçbir insan görmemiş, kıyamete kadar da göremeyecektir. O (saa) “hatemü’l-enbiya”dır; O’ndan (saa) sonra peygamber gelmemiş ve kıyamete kadar da gelmeyecektir. Itri, meşhur na’tında Efendiler Efendisi’nin “gölgesinin yere düşmediğini” söyler. O mübarek bedenin, “tecessüm” etmiş bir nur olduğunu düşünürsek, Itri’nin bu değerlendirmesinin bir “hüsn-ü talil” olmaktan öte bir gerçek olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. O’nun gölgesi var mıydı ve yere düşer miydi bilmiyoruz; ama bildiğimiz bir şey var ki O’nun (saa) nurunun, bereketinin ve dirilten soluklarının gölgesi, sürekli ümmetinin üzerindedir.
Hazreti Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm, Rabb’imizi bize tarif eden küllî bir muarriftir ve kâinat kitabının en büyük âyetidir. Yeryüzü o Zât için bir mescit, Mekke bir mihrap, Medine bir minberdir. O Zât, bütün ehli imana imam ve bütün insanlığa hatip olarak gönderilmiştir.
İnsanlık, her dönemde zihnini meşgul eden: “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” sorularının cevabını, Hz. Muhammed’den (saa) öğrenmiştir. O’nun nuranî halkasının dışından kâinata bakanlar, kâinatı büyük bir matemhâne, onun içindeki canlıları da ağlayan birer yetim gibi görürler. O Zât’ın dünyayı teşrifiyle, yetimlerin ağlaştığı bir matemhâne gibi görülen şu dünya, şevk ve cezbe içinde bir zikirhâne hâlini almıştır. Birbirine düşman yaratıklar, dost ve kardeş olmuştur. Hazreti Aleyhisselâtü Vesselâm’ın nuru sayesinde kâinat aydınlanmış, her varlığın vazife ve değeri öğrenilmiştir.
O Zât’ın mübarek parmaklarından bir “çeşme-i pakize” gibi su akmış ve o suyu bir ordu içmiştir. O’na (saa) gelen mecnunlar akıllanmış, ona sırtını dönen nice akıllı, mecnun olmuştur. Fuzûli, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın parmağından akan âb-ı hayatı, “Hayret ilen parmağın dişler kim etse istima/Parmağından verdiği şiddet günü ensare su.” sözleriyle tablolaştırır. Evet, O Zât’ın mucizelerini görenler ve duyanlar, hayretten parmaklarını ısırmışlardır.
Fuzûli, şairlik kudretini gösteren harika buluşuyla şöyle der: “Tıynet-i pâkini ruşen kılmış ehl-i âleme/iktida kılmış tarik-i Ahmed-i Muhtare su.”
Su, bütün maddî kirleri temizleme vasıtasıdır; ama suyun bu hususiyeti, Hazreti Muhammed’in (saa) yoluna girmesindendir. Zîrâ O Zât (saa), bütün insanlığın en “ekmel”i, en “ecmel”i, en “ekrem”i ve en “eşref”idir. O “ekmelü’t-tahaya”dır. Mükemmeller, O’nun yanında kusurlu; devler, cüce; zenginler, fakir; şahlar, dilenci kalır. Zîrâ O (saa), yine Fuzûli’nin ifadesiyle: “Seyyid-i nev’-i beşer, derya-yı dürr-i ıstıfa”dır. Yani insanlığın efendisi, deryanın en seçkin incisidir. O, her zaman “evc-i melahat”ın güneşi olmuştur.
Efendimize yazılan şiirler (na’t), âdeta yeni bir edebiyat türü meydana getirmiştir. Şairler, na’tlara şiirin zirvesi gözüyle bakmışlardır. İnsanlığın zirvesi olan Zât’a (saa), zirve şiirler yazmaya çalışmışlardır. Bu yönüyle en mükemmel diyebileceğimiz şiirler, na’tlardır. Farklı bir değerlendirmeyle buna: “Efendimiz aleyhisselatü vesselamın güzelliği, şiirlere aksediyor” da denebilir.
Nice dertli gönül, ona karşı duyduğu sevgiyi, aşkı, hasreti ve hicranı şiirlerle ifade etmeye çalışmıştır. Mühtedî ve Mevlevî bir şair olan Yaman Dede (Dıyamandi) bu dertli sinelerden biridir. İçindeki hasreti, figânı şöyle dile getirir: “Gönül hûn oldu şevkinden boyandım ya Resulallah/Nasıl bilmem bu nirana dayandım ya Resulallah/Ezel bezminde bir dinmez figândım ya Resulallah/Cemalinle ferahnâk et ki yandım ya Resulallah.”
Âlemin karanlıklar içinde kaldığı, adalet ve yardımlaşmanın yerini, zulüm ve haksızlığın aldığı bir devirde, O Zât’ın soluklarıyla insanlık yeniden kendine geldi.
Mehmet Akif’in ifadesiyle: “Bir kerre de mamure-i dünya o zamanlar/Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi/Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta/Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.”
Her türlü kötülüğü işleyen, yırtıcılıkta sırtlanları aratmayan bir toplumdan, insanlık semasının yıldızları hükmünde kimseler çıkarmak, O Zât’ın (saa) peygamberliğinin açık bir ispatıdır.
Onun içindir ki beşeriyet, her türlü hayırlı tekâmülü, tekevvünü, tasavvuru ve tahayyülü O Zât’a (saa) borçludur. Yine Mehmet Akif’in ifadesiyle: “Medyun ona cemiyyeti, medyun ona ferdi/Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet/Ya Rab! Bizi mahşerde bu ikrar ile haşret!”
İnsanlık; o Zât’ın yüzü suyu hürmetine, kıyamete kadar tükenmeyecek bir bereket, bir nur, bir “feyz-i sermed” elde etmiştir. O’nun (saa) bir işaretiyle ay ikiye bölünmüş, ağaçlar huzuruna gelip peygamberliğine şahadet etmiştir. Mucizeler zuhur ettikçe imanlar ziyadeleşmiş, peygamberlik nurunun karşısında zulumat dağılmış ve insanlık, yaratılış gayesini öğrenmiştir. Diller onu zikretmek, “hafıza onu anmak ödevinde”dir. O, hafızalarımızda sürekli tazeliğini korursa, Rabiatü’l-Adeviyye gibi: “Ey bad-ı saba! Yolun semt-i Haremeyn’e düşerse benden o resule selâm söyle.” diyebilirsek, yakamozların serinliğinde onun ateşi yüreğimize kor gibi düşerse; deniz kıyılarında, sabırla onu beklerken, ruhlarımızın heyecanını ve coşkusunu: “Ey sevgililer mahşeri!” diye seslendirebilirsek, “veda tepeleri”ne çıkıp her kervandan onu sorabilirsek, “Ruhum sana, varlık sana hayrandır efendim/Bir ben değil âlem Sana hayrandır efendim.” deyip hicran ile inleyebilirsek, onunla kalbî ve ruhî bir bağımızın olduğuna kendimizi inandırabiliriz.
O’nun aşkıyla yanan, O’nun aşkıyla oturup O’nun (saa) aşkıyla kalkan her ruh uludur. O’nun (sas) harimine girenler: “Girdik reh-i sevdaya cünunuz/Bize namus lâzım değil” diyerek mecnun gibi inlemiş, O’nu andıkça aşkları ziyadeleşmiştir. “Andım yine Sen’i her şey yâdımdan silindi.” diyerek, mecnunca bir tavır sergileyen Hak dostları, hep O Zât’ın (saa) feyiz, bereket ve merhamet havuzunda arınmak için çırpınmışlardır. “Keşke hep aşkınla oturup aşkınla kalksam/Ruhlar gibi yükselip de ufkunda dolaşsam Bir yolunu bulup gönlünden içeri aksam/Keşke hep aşkınla oturup aşkınla kalksam.” diyerek hicran ile inleyen Allah Resulü’nün âşıkları, gönüllerinin en temiz sesini ona takdim etmişlerdir.
“Ey kupkuru çölleri cennetlere çeviren gül!” Yıllar var ki bizler “seniye-i veda” türküleriyle, gönüllerimize döküleceğin zamanı ümit ve hayal edip durduk. Canı boğazına gelmiş yetimler misâli hep ruhlarımıza eseceğin anı bekledik. Sahilden çok uzaklara gitsek de gözümüz hep sahilde oldu. O “girye nikap” çehreni açacağın günü bekledik. O “füsun perver” çehreni görme ümidiyle yaşadık. Sen’in “çehre-i handan”ına ruhlarımız feda olsun! Sensizliğin boşluğu, uçuruma; hasreti, yangına; susuzluğu, kuraklığa dönüştü. Ey Sultanlar Sultanı! Ey başlarımızın tacı, ruhlarımızın ilâcı! Çatlamış dudaklarımıza “ab-ı hayat” ol! Çehrelerimizdeki bu “pejmürde”liğin sebebi, senden uzak kalış hasretidir. Ruhlarımız, Sen’in gibi bir güneşi kaybedeliden beri “bezm-i nadan”da, “çerağ” olmaktan öte gidemedi. “Bir gözün hatırına çok gözler sevilir.” deyip sadece seni “çeşm-i dilber” bildik. Kesrette boğulma derecesine gelmiş ruhlarımıza meltem ol! Nefesini bizlere duyur, bizleri soluklarına doyur! Ey gönüllerimizin en sevgilisi! Ruhlarımız Sana feda olsun! Bayıltan renklerinle gönüllerimize dökül! “Derd-i isyana müptelâ baht-ı kara”lar olarak kapına geldik. Gedalardan sultanlık mülkünü esirgeme!
Yıllar var ki hep baharı solukladık. Bir ömür geçip gitti serapa; adını sorarak taşa, duvara… Karşımıza hep hazan vurmuş bağlar çıktı. Ne zaman diriltici soluklarına koştuysak Sana giden yolları hep gulyabaniler tuttu. Bahara dâir en ufak bir emarede hep geleceğin günleri bekledik. Yıllar yılı bahar şarkılarıyla oturup kalktık. Aklımızda sen, ruhumuzda sen, dilimizde sen! Sensizlik; çeşme başlarında, dere kenarlarında, sahillerde sadece susuzluğumuzu arttırdı. Sensizliğin, ruhlarımızda meydana getirdiği boşluğu, hiçbir şey dolduramadı.
“Gel ey Muhammed bahardır! Dudaklar ardında saklı âminlerimiz vardır. Hacdan döner gibi gel; miraçtan iner gibi gel; bekliyoruz yıllardır.” Ey insanlık bahçesinin “gül-i rana”sı! Sen’in bayıltıcı renklerin, nice bülbülü, “nalân u giryan” eyledi. Senin “füsunkâr” tavrın ve gönül yakan edan, nice bülbülü, “şuride makal” eyledi.
Ey ruhlarımızın gökkuşağı! Gedalarının ah u efgânını, bir “arz u hâl” bilip imdatlarına koşacağın ânı bekliyoruz. Sen ruhumuzun sancısı, suyumuzun sarnıcı, gönlümüzün gülüsün! Biliyoruz ki Sen’in meltemin, şefkat bulutlarını gönlümüzün semasına sürüklemezse, ruhumuza merhamet damlaları düşmez. Renklerini, Sen’in gökkuşağından alan her ruh uludur ya Resulallah! Nice dilberi öğütürken fânîlik değirmeni; sadece Sen’in renklerin “ter ü taze” kaldı ya Resulallah!
Şefkati, barışı, merhameti, huzuru, kısacası insanlığı arayan dünyamıza yeniden doğacağın günü bekliyoruz. Sadece ümmetin değil, bütün insanlık soluklarına muhtaç! “Sana muasır olamadığım için üzgünüm ya Muhammed!” diyen Bismark, ışığına koşmak için kanat çırpan “pervane”lerden sadece bir tanesidir. İnsanlık, Sen’i kaybedeliden beri ateş böceklerini güneş sandı. El fenerleriyle karanlıkları dağıtmaya, çakıp kaybolan şimşeklerle yolunu aydınlatmaya çalıştı. Sen’in dışında, Sen’den uzak çarelerle hayatını tanzim edemedi. Şimdilerde büyük bir “acziyet” içinde, Sen’in havuzunda arınmaya koşuyor. Soluklarına muhtaç kapı kullarından, güneşine koşan kelebeklerden himmetini esirgeme sultanım!
Ey sultanların kapısında merhamet dilendiği ulu Sultan! Dirilten soluklarından uzaklaştıkça, ruhlarımız pörsüdü, renklerimiz soldu. Senin cennetten ikliminde dolaşmışların yüzü suyu hürmetine, altın halkana tutunmuşların aşkına bize himmet eyle; bizi şefaatinden mahrum etme! Hazan vurmuş yapraklara, “şitazede” bülbüllere dönen hâlimizle, ağır aksak tavrımızla, yarım kalmış sevdaların ruhumuzda hâsıl ettiği yaralarla bir kere daha gül bahçene girip gönül yakan nağmelerinle, cennetten ikliminde yeniden dirilmek istiyoruz. Bizleri kendinden uzak tutma! Sultanlık mülkünü gedalarından esirgeme! Liyakatimize, dağınık zülüflerimize, kirlenmiş “damen”imize, “çeşm-i siyahkâr”ımıza bakma, ihtiyacımıza göre muamele et! Kırık dökük ifadelerimizi, sana bir “bergüzar-ı muhabbet” olarak takdim ediyor, kabul buyurmanı diliyoruz.
Niyetlerimizi, varlığın tek yaratıcısı olan “Cenab-ı Kirdigâr”e havale edip günahkâr ellerimizle yine ona yalvarıyoruz! Ey her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında olan hazineler sultanı yüce Yaratıcı! Bizleri “sevgilim” dediğin -mukaddes sevgine layık olan- Hazreti Muhammed (saa)’ın yüzü suyu hürmetine bağışla! İnsanların en şereflisi olan Efendiler Efendisi’nin (saa) cennet ikliminden bizleri burada ve ötelerde mahrum etme!
Şeref YILMAZ
________________________________________
Resul-i Ekrem ve Nübüvvet
Kureyş Emini Hira Dağı"nda
KURAN’DAKI RESULULLAH (S.A.A)
Resulullah Hakkında Soru-Cevaplar