• Nombre de visites :
  • 3167
  • 24/10/2007
  • Date :

İmam Sadık (a.s)'ın Toplumsal Mevkisi

imam sadık (a.s)
Emevilerin son dönemleriyle Abbasiler"in ilk dönemlerine rastlayan zaman diliminde imamet görevini üstlenen İmam Sâdık -s- bu dönemlerde Emevilerle Abbasilerin birbirini altetmeye meşgul olmalarından yararlanarak büyük çaplı bir İlmî- dini hareket ve eğitim başlattı. Medine şehri kısa sürede, çeşitli bilim dallarında araştırma ve tahsil yapan binlerce bilgin ve öğrencinin bulunduğu medreselerle doldu. Bütün bu bilim ve din âşıklarını bir tek üstad eğitmekte ve idare etmekteydi. Cafer Sâdık! Onun ilim ve bilgisinin şöhreti dört bir yana yayılmış, islam diyarının en uzak noktalarında dahi onun adı dillere destan olmuştu. Üstadların Üstadıydı o. Müslümanlar dört bir yandan Medine"ye akın ediyor, onun uçsuz bucaksız bir derya olan ilâhi ilminden faydalanıyorlardı.

     Onun medresesine gelenler müslüman öğrenciler değildi sadece; pek çok gayri müslim bilgin ve düşünür de ilmi konularda kendisiyle meşveret etmek ve bilimsel tartışmalarda bulunmak üzere bu büyük üstadın huzuruna varırlardı. Kendisine sorulan sorulara çok açık ve anlaşılması kolay cevaplar verir; çeşitli görüşlerin temsilcileriyle yaptığı münazaralarda meseleye muhtelif açılardan yaklaşarak neticede en doğru olan yorumu ortaya koyardı. İslam dininin ilk yüzyıllarında ilmî açıdan yaşadığı en parlak dönem olmuştur bu.

     İmam Sâdık"ın -s- cevapları; daha çok zaman ve mekanın şartları gözönünde bulundurularak ve soruyu soranın düşünce tarzı ve idrak yeteneğine göre verilmiş cevaplardır. Bu nedenle kimi cevapları, tartışmaya giren karşı tarafın tezlerini çürütüp görüşlerinin geçersizliğini açıklamaya yöneliktir; kimi zaman da soru soran tarafın bizzat düşünüp aklını kullanmasını ve zihnini harekete geçirmesini amaçlar. Ancak eldeki belgelerden de anlaşılacağı gibi bu cevaplar daha çok felsefi ve ilmi temellere dayanmakta ve genellikle ilmi ağırlık taşımaktadır.

     İmam Cafer-us Sâdık"ın -s- çeşitli sorular karşısında vermiş olduğu cevapların ve eldeki münazara metinlerinin tümünü verebilmek için ciltlerce kitap yazmak gerekir. Bu nedenle biz burada bunlardan sadece birkaçına değinecek ve gençler için anlaşılması kolay olanlardan örnekler vermeye çalışacağız.

     1-Ebu Mensur, yakın arkadaşlarından birinin kendisine anlattığı bir olayı şöyle nakleder:İbn-i Ebu"l Avcâ ve Abdullah Bin Mukaffâ (her ikisi de o dönemin tanınmış ateistlerinden -tanrıtanımaz- idiler) ile birlikte Mekke"de Mescid-ül Harâm"da oturmuş sohbet ediyorduk. İbn-i Mukaffâ tavaf etmekte olan hacıları göstererek Şu insanları görüyor musunuz? dedi, Bunların içinde insanlık namına tek layık olan -yegane insan- şu oturan kişidir. -İmam Sâdık"ı -s- gösteriyordu eliyle- Diğerleri ise âdi birer hayvandan başka birşey değil!

     İbn-i Ebu"l Avcâ Bunca insan kalabalığı içinde gerçekten insan olan bir tek o mu yani?! diye sorunca, Evet! dedi, Zira diğerlerinde rastlamadığım bir -ilim, bilgi, fazilet ve ululuk- şeyler gördüm onda. Ebu"l Avcâ"nın Bu iddianın doğru olup olmadığını onunla konuşarak öğrenmek ve bunu bizzat anlamak isterim demesi üzerine aralarında şu konuşma geçti.Vazgeç bundan. Onunla konuşacak olursan inancını yitirmenden korkarım. (Yani seni ateistlikten çevirecek ve Allah"a inanmanı sağlayacaktır.)

- Seni endişelendiren şeyin bu olduğunu sanmıyorum. Onunla konuşacak olursam hakkında söylediklerinin yanlış olduğunu anlayacağımdan ve sonuçta yalanının ortaya çıkacağından korkuyorsun aslında.

- Eğer hakkımda böyle düşünüyorsan, o zaman git, konuş onunla. Yanıldığını anlayacaksın. Fakat şu tavsiyemi de unutma! konuşurken bütün dikkatini topla iyice. Düşünceni dağıtarak fikri sarsıntıya düşme sakın! Aksi takdirde bir bakarsın kuzu gibi teslim oluvermişsin onun karşısında! Bu yüzden, söylemek istediğin şeyleri önce zihninde iyice toparla; eğer açık vermek istemiyorsan hangi sözün senin yararına ve hangi sözün zararına olacağını düşünmeden konuşmaya başlama. (Yoksa konuşma esnasında afallayıp şaşırır ve hataya düşüverirsin.)

     Ben ve Mukaffa oturup beklemeye başladık; İbn-i Abu"l Avcâ gidip imamla konuştuktan sonra, dönüp yanımıza geldi ve Abdullah Bin Mukaffa"ya Ey Mukaffa"nın oğlu! dedi, Vay haline senin! Bir insan olduğunu söylemiştin onun hani; oysa çok farklı. Beşer türünden değil sanki! Eğer dünyada, dilediği zaman cismani bir bedende görünen ve dilediği zaman bedeninden sıyrılıp ruh-u mücerred olan biri varsa budur derim!!!

     İbn-i Mukaffa, Ne oldu ki?! diye sordu hayretle. İbn-i Ebu"l Avcâ anlatmaya başladı:Yanına gidip oturdum. Bir süre sonra oradaki herkes soracağını sorup gitmiş, bir tek ben kalmıştım. Daha ben sonuşmaya başlamadan bana dönüp Eğer dedi, Mesele -din ve iman meselesi- şunların -tavaf etmekte olan olan müslümanları göstererek- dediği gibiyse, ki doğru olan da budur, yani tanrı, din ve ahiret bir gerçektir; o zaman onların izlediği yol doğru, sizinki ise yanlış, saadetten mahrum, gerçekdışı ve mahva götüren bir yol demektir. Fakat eğer mesele sizin dediğiniz gibiyse -tanrı, ahiret.vs. yalansa- ki kesinlikle böyle değildir; o zaman da sizinle müslümanlar arasında netice açısından bir fark yoktur ve eşitsiniz demektir. (Yani bu durumda müslümanlar dine inanmış olmakla riske girmiş sayılmazlar. Çünkü sizin dediğinizi kabul edip de -haşa- tanrı ve ahiret gibi şeylerin gerçek olmadığını varsayacak olursak, sizin, ölümle herşeyin sona erdiği, ahiret ve hesaplaşmanın gerçekdışı olduğu yolundaki görüşlerinizi paylaşmayan müslümanların neticede bu yüzden hiç de zararlı çıkmayacaklarını kabul etmemiz gerekir. Çünkü bu durumda onların da sonu sizinki gibi olacak ve ölümleriyle herşey sona erecektir, Fakat eğer bunun aksi -müslümanların inandığı- doğru çıkıverirse o zaman sizin sonunuz nice olur peki?!)

- Allah sana rahmet etsin! dedim, onların dedikleriyle bizimki arasında pek bir fark yok ki zaten. Görüşlerimiz aynıdır onlarla.

- Nasıl aynı olabilir?! dedi, onlar bir hesaplaşma gününe, uhrevi mükafaatlandırmaya, ilahi cezalandırmaya ve kâinatın yaratıcısına inanırlar; feza ve bütün kâinatın, Allah"ın izniyle mâmur bir hale getirildiğini kabul ederler. Halbuki siz fezayı koca bir boşluk ve içinde hiçbir canlının yaşamadığı bir virane olarak kabul etmektesiniz.

     İmamın tanrı konusunu açmasını fırsat bilip bu mevzudaki inancımı söyledim hemen"Eğer onların dediği gibiyse, o zaman Allah niçin bizzat ortaya çıkıp kendisini göstermiyor halka?! Kendisi çıkıp da halkı O"na tapınmaya davet etse ya! Hem, o zaman kullar arasında da bu gibi ihtilaf ve tartışmalar vuku bulmamış olur. Kendi dururken ne diye peygamberlerini gönderiyor sanki? Niçin gizliyor kendisini? Bizzat kendisi gelmiş olsaydı halkın imanı üzerinde daha etkili olmaz mıydı?

     İmam cevap Verdi:Yazık sana, bu kadar açık bir meseleyi nasıl da anlayamamışsın! Kudretini senin vücudun ve varlığında sana gösteren ve burhanları sana bunca yakın olan birisi şimdiye kadar nasıl gizli ve kapalı kalmış sana?! Daha önce var olmadığın halde sonradan yaratılıp var edilişin, küçükken büyüyüp olgunluğa erişin, güçsüzlüğünün ardından güçlü ve kavi oluşun, güçlü olduğun halde bir süre sonra yine zayıf ve güçsüz hale gelişin, sıhhatliyken hasta oluşun ve hastalıktan sonra yine sıhhat buluşun, öfkelendikten bir sore sonra sakin, ve sakin olduğun bir haldeyken öfkeli oluşun, neşeli bir haldeyken sıkılışın ve sıkıntıdan sonra huzur bulup eski neşene kavuşuşun, düşmanlığından sonra dost, dostluktan sonra yine düşman oluşun, pasif ve gevşekken aktif, aktif ve azimliyken azmini kaybedip yine gevşeyişin, bıkkınken isteyişin, ve istekliyken yine bıkışın, hiçbir eğilimin olmadığı halde sonradan eğilim gösterişin, ve eğilimin olduğu halde bir süre sonra temayülsüzlük gösterişin, ümitsizlikten sonra ümitvar ve ümitvarlıktan sonra yine ümitsizliğe kapılışın, daha önce zihninde var olmayan bir şeyi bilip ondan haberdar oluşun, hatırlayışın, ve zihninde var olan birşeyi daha sonra hatırlayamayıp unutuşun.

     Velhasıl bende var olduğunu bildiğim, varlığını inkar edemediğim daha birçok ilahi kudret ve yaratılış belirtilerini ard arda sıralayıp saymaya başladı. Öyle ki, Allah; o anda benimle onun arasında âşikar olup beliriverecek sandım! [1]

İmam Sadık (a.s)"ın yaşamış olduğu dönemde yaşayan önemli şahsiyetlerin hiçbirisi onun sahip olduğu yüce makama sahip değildi. İmam Sadık (a.s), kendi döneminde yaşayan insanların kalbinde taht kurmuş ve eşsiz bir makama ulaşmıştı. Dönemindeki müslümanların geneli, hatta gayri müslimler, O"nu nübüvvet sülalesinin bir meyvesi ve ümmetin güvence kaynaklarından biri olarak tanıyorlardı. İmam Sadık (a.s), kendi döneminde Emevi ve Abbasilerin zulümleri karşısında mücadele sembolü olarak tanınmış ve müslümanların bir çoğunun sevgisini kazanarak liderliğe layık görülmüştür.

    İlim ve salahiyet ehli, O"nun simasına baktığında gerçek bir mürşit ve imamla karşı karşıya olduklarını fark ediyorlardı. Siyasi sahnede de durum aynıydı. Özellikle, İmam Sadık (a.s)"ı devamlı gözaltında bulunduran ve ona karşı düşmanlık etmekte elinden geleni yapan Emevilerin son dönemlerinde ve Abbasilerin ilk dönemlerinde herkes imam (a.s)"ı yüce bir mevki sahibi biliyor ve hiçbir şekilde siyaset sahnesinin dışına itilemeyecek faal bir siyasi önder olarak görüyorlardı. Bu öyle aşikar bir gerçekti ki; hiç kimse onu inkara veya ehemmiyetsiz saymağa cüret edemiyordu.

Eğer İmam Sadık (a.s)"ın yaşadığı tarih kesitini yeniden gözden geçirir ve o günkü toplumun; söz, yazı, düşünce ve tavırları itibarıyla ne durumda olduğunu incelersek, İmam (a.s)"ın dost ve düşman arasında nasıl yüce bir mevkiye ve siyasi nüfusa sahip olduğunu anlarız.

    İmam Sadık (a.s) döneminde, son günlerini yaşayan Emevi devletinin zulmü çoğalmış ve cinayetleri hat hudut tanımaz olmuştu. Bu sırada halkın devlet karşıtı hareketleri sürekli artış kaydediyordu. Emevi ve Abbasi hükümetinin aleyhlerine yapılan kıyamların tarihini gözden geçirdiğimizde; Ehl-i Beytin bu hareketlere önderlik ettiğini görüyoruz. Emeviler aleyhine başlayan ayaklanmalar, Ehl-i Beyt adına başlatıldı. Kıyamı başlatanlar, hedeflerinin hilafeti ehline yani Hz. Fatıma (s.a)"nın soyundan gelenlere vermek olduğunu söylüyorlardı. Bütün bunlara rağmen kıyamlar şiddetlendiğinde, İmam Sadık (a.s)"ın sahne dışında olduğunu görüyoruz. Çünkü O, baştan beri kudret mücadelesi veren bu şahısların sonunun ne olacağını biliyordu. İmam Sadık (a.s), bu sahte sloganların ve hakka büründürülmüş davetin gerçek yüzünün ne olduğunu çok iyi biliyordu. O, sonunda Ehl-i Beytin bu kıyamlara kurban edileceğinin farkındaydı.

    O, sözünde sadık ve asrının geleceğine vakıf birisiydi. Bundan dolayı Alevileri (Ali (a.s)"ın soyuna mensup olanlar) bu aldatıcı şiarlara kanmamaları için uyardı ve İmam bu uyarısında haklı çıktı. Çünkü sonradan İmam Sadık (a.s)"ın dediği her şey gerçekleşmiş oldu.

  İmam (a.s), siyasi kudretten uzak durmasına rağmen bu kudrete sahip olanlar, İmam (a.s)"a alaka duymaktan kendilerini alamıyorlardı. Bütün gözler ve kalpler O"na yöneliyordu. Siyaset kudretini elinde bulunduranlar, İmam (a.s)"ı görmemezlikten gelemiyor ve O"nu siyasi hesaplarının dışına itemiyorlardı. Bundan dolayıdır ki Ebu Seleme Hilal gibi Abbasi kıyamının en önde gelen önderlerinden birisi, İmam (a.s)"ın yanına temsilcisini göndererek kendisine biat etmeğe hazır olduğunu belirtiyor. Ama, İmam (a.s) mektubu yakarak onun isteğine müsbet cevap vermiyordu. Bu tip istekler değişik şahıslar tarafından defalarca İmamdan yapılmasına rağmen, İmam Sadık (a.s), Alevilerin hilafeti kabulle ilgili bütün isteklerini reddediyordu. İmam (a.s)"ın bu tavırları O"nun kendi zamanındaki toplumsal mevkisini çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.

    İmam Sadık (a.s)"ın amansız düşmanlarından birisi olan Abbasi halifesi Mansur, defalarca İmam (a.s)"ı huzuruna çağırıp, O"nu Abbasiler aleyhine ayaklanan guruplara liderlik etmekle suçlamasına rağmen Alevilerden birisine yazdığı bir mektupta, İmam (a.s)"ın ne derece yüce bir şahsiyet olduğunu söylemekten kendisini alamamıştır. O, mektubunda Alevi seyyide hitaben şöyle yazıyordu: . Siz Alevilerin içerisinde, Hz. Resulullah (s.a.a)"den sonra, Ali bin Hüseyin (a.s)"dan daha değerli birisi gelmemiştir. O, senin dedenden daha efdaldı. O"ndan sonra sizin aranızda Muhammed bin Ali (a.s)"dan daha hayırlı birisi yoktur. O, senin babandan daha efdaldi. Ondan sonra, O"nun oğlu gibi Cafer-i Sadık (a.s) gibi birisi yoktur. O"da senden daha efdaldir.[1]

Abbasın torunlarından birisi şöyle bir olay naklediyor: Mensur"un yanına gittiğim günlerden birisinde onu gözyaşlarıyla sakalları ıslanmış bir halde gördüm. Bana, Acaba akrabalarının başına ne geldiğini biliyor musun? dedi. Ben, Ey Emir ne oldu? O, Onların en büyük, en alim ve en değerlisi vefat etti. Ben, o kimdir? O, Cafer bin Muhammed Sadık, dedi.[2]

    O günkü topluma hakim şartlara ve o günlerden kalma tarihi kaynaklara göz attığımızda, o günkü toplumun ilmi ve içtimai meselelerinde başı çeken İmam Sadık (a.s)"ın sahip olduğu yüce mevkiyi rahatlıkla görmekteyiz. İmam (a.s), kendi zamanındaki toplumsal oluşumlarda mihver konumuna sahipti.

----------------------------------------------------------------

[1]- Kamil-i İbn-i Esir s. 539, 1358 hicri 1960 miladi.

[2]- Tarihi Yakubi 3. 119, 1394. h.k., Ahmet bin Yakup.

 

 


İmam Cafer-Us-Saddık (as) Ve Sufilerden Bir Grup

İmam Sadık (as)"ın Sohbet ve Münazaraları

İmam Sadık (a.s)’ın İlmî Mevkisi

İMAM CAFER-İ SADIK (as)"IN KISACA HAYATI

 

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)