Haccın Rûhânî ve Manevî Yönü
İnsanın yaratılışının asıl hedefi, Allâh’ı tanımak, Allâh’ın rahmet ve sevgisine muhâtap olmak, ilâhî güzel ahlak ve sıfatlara sâhip olmak ve ilâhî hilâfet makâmına erişmektir. Bu ise, gönül temizliğini, nefsin şehvetlerden, her türlü pislik ve çirkinliklerden arınmasını, ızdırap ve çilelere katlanma yolunda çaba harcanmasını, hedefin sırf Allâh için olmasını ve nihâyet gerçek Kabe olan kalbin Allâh’a yöneltilmesini gerektirir.
Hac ibâdeti, ayrıca; yaşanılan yerden göç etmek (hicret), bedenen yorulmak, malı Allâh yolunda sarf etmek, dünyevî lezzet ve yönelişleri terk etmek, yorucu yolculuk ve şiddetli sıcaklar altında zahmetlere katlanmak, Allâh’a olan ahdini yenilemek, Mekke ve bir çok yerlerdeki ilâhî nişânelere tanık olmakla da sayısız ferdî ve toplumsal faydalar sağlamaktadır.
İnsan, hac ibâdeti ile Allâh’a kulluğunda olgunluğa erişir ve kâmil insan olma yolunda çaba sarf eder.
Ve yine, haccın amellerinden biri olan ihram giymek, Arafat dağına gitmek ve mahşerî kalabalığa (âdeta kefenlere bürünmüş bir topluluk içinde) katılmakla insan kıyâmet gününün manzarasını ve âhiretin durumunu hatırlar ve kendine çeki-düzen vermeye çalışır.
O kutsal beldelere yapılan ziyâretlerin hazzı ve faydaları elbette yazmakla tükenmez.
Aşk ikliminin batmayan Güneşi Hazreti Muhammed’in (a.s) doğduğu, ayak bastığı, yaşadığı, ümmeti uğrunda bunca çilelere katlandığı, havasını teneffüs ettiği, Rabbi ile mülâkatta bulunduğu bölgelerde bulunmanın tadını, zevkini hangi kalem kağıda dökebilir?
Putkıran İbrâhîm (a.s) ve daha nice Peygamberlerin (a.s) konakladığı, yaşamını sürdürdüğü beldeleri hangi dil hakkıyla anlatabilir?
Meleklerin indiği, vahyin nâzil olduğu, İsrâ-Mirâcın gerçekleştiği topraklar nasıl anlatmakla kavratılabilir?
Ammârların, Yâsirlerin, Sümeyyelerin, Bilallerin, Hamzaların, Selmanların, Abdullahların (Allâh cümlesinden râzı olsun.), Ehl-i Beyt’in nurlu sîmâlarından bir çoğunun (a.s), seçkin sahâbîlerin (r.a.) yetiştiği Nûr bahçesi, görmek ve gezmekten başka hangi yolla tanınabilir?
Hedeften, ruhtan, özden, Allâh rızâsına yöneliş amacından, bütün kötü hallerden kurtulup en güzel sıfatlarla bezenmeye gayret etme isteğinden uzak olarak gerçekleştirilen bir hac(!) elbette ki turistik bir seyahatten farklı değildir.
Nitekim Hacı Bektâş-ı Velî’ye (r.h) atfedilen;
“ Harâret nardadır, sacda değildir.
Kerâmet baştadır, taçta değildir.
Ne arar isen kendinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de Hac da değildir.”
sözünden murad da, ihlassız bir şekilde, riyâ ile karışık, bencillik ve kibirle yoğrulmuş, haccın bütün sır ve hikmetlerinden habersiz gerçekleştirilen hac(!) amelidir. Öyle ya, nice zâlimler, kâfirler de evleri Kabe’nin yanı başında bulunduğu, Mekke’nin yerlisi oldukları, her an Kabe ile yüz yüze geldikleri halde Îmân ve İslâm nimetinden mahrûm kalarak Cehenneme yuvarlanmamışlar mıdır? Demek ki, ameller ancak Allâh Resûlü’nün (a.s) buyurduğu gibi; “Niyet ile anlam kazanır.”
İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Kabe’ye bakan bir kimseye, bakışını ondan ayırmadığı müddetçe, bir iyilik yazılır, bir günah da silinir.”[1]
Hac; Allâh’a doğru bir yolculuktur.
[1] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 240, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 132
HAC VE HACCIN HÜKÜMLERİ
Hac, Umre, Kurban Ve Ziyâret