Hac 3
Evet, hemen herkes, onun harîmine sığınır sığınmaz, zaten ruhlarında mevcut olan his ve düşünce enginliğinde daha bir derinleşerek Kâbe’yi, kendi varlıklarını ve Cenâb-ı Hakk’ın matmah-ı nazarı bu iki unsurun birbirleriyle münasebetlerini düşüne düşüne, içlerine açılan bir kısım sırlı kapılardan geçerek, o güne kadar tanımadıkları en mahrem dünyalara açılırlar. Elbette ki bu duyuş ve bu seziş, bu mânâ ve bu ruh ancak, sağlam bir iman, mükemmel bir İslâmî hayat ve tastamam bir ihlâs ve yakîn birleşiminden hâsıl olacaktır. Yoksa mücerret kalıpların hissesi, kalıpların çerçevesine bağlı kalacaktır.
Kâbe’deki bu derinlik ve bu zenginlik sayesinde oradaki hemen her şey, diğer zamanlarda olduğunun üstünde, hac duygusuyla renklenince, bir başka ihtişam, bir başka mehâbetle tüllenir.. tüllenir de insan onun büyüsüne kapılarak, âdeta ışıktan bir helezonla vuslata tırmanıyor gibi döne döne yükselir ve özündeki bir cazibeyle gider Mâbud’una ulaşır. Bu noktaya ulaşan ruhun eda ettiği tavaf namazı aynı şükür secdesi, içtiği zemzem de Cennet kevseri veya vuslat şarabı olur.
Kâbe’nin çevresindeki tavafı, tasavvufî ifadesiyle, daha çok, mübarek bir duygu, bir düşünce etrafında ve kendi içimizde derinleşme hedefli bir seyahatin ifadesi sayılan “seyr fillâh”a benzetecek olursak, sa’y mahallindeki gelip-gitmeleri, halktan Hakk’a, Hak’tan da halka urûc ve nüzûlün unvanı olan “seyr ilâllah”, “seyr minâllah” mânâlarıyla yorumlamak muvafık olur zannederim.
Evet, Safâ-Merve arasındaki gelip-gitmelerde işte böyle bir mülâhaza ve bu mülâhazadan kaynaklanan bir derin his ve arzu tufanı yaşanır.
İnsan mes’âda (sa’y mahalli) hep bir koşup aramanın, bir medet dileme ve imdat etmenin kültürünü, şiirini, mûsıkîsini, vuslat ve “dâüssıla”sını yaşar. Orada önemli bir şeyin peşine düşülmüş gibi, takipler aralıksız devam eder. Aranan şey zuhur edeceği âna kadar da gelip-gitmeler sürer durur. O yolda rastlanılan her iz ve emare, insanın heyecanını bir kat daha artırır.. ve sineler:
“Bak şu gedânın hâline
Bend olmuş zülfün teline
Parmağı aşkın balına
Bandıkça bandım bir su ver.”
Gedâi
der ve Kâbe’nin çevresinde olduğu gibi hem koşar hem de içine matkaplar salarak, Beytullah’ın çevresindeki enfüsî derinleşmeye mukabil, burada bir hatt-ı müstakîm üzerinde gelip-gider; peygamberâne his ve duygularla, başkaları için yaşama, başkaları için gülme ve ağlama, hatta başkaları uğrunda ölme cehdiyle gerilir.. telaşlı fakat hesaplı, endişeli ama ümitli; semanın altın ışıkları altında, hac mevsiminin mavimtrak saatleri içinde; yeni bir vuslatın heyecanı ve henüz aradığını tam bulamamış olmanın tahassürüyle koşar-âheste yürür, tepeye tırmanır, oradan aşağı iner ve yolda olmanın bütün kararsızlıklarıyla çırpınır durur. Bazen, mes’âda koşan insanların, daha çok bir nehrin akışına benzeyen çağıltılarına karışarak, karışıp bir koro şivesiyle hislerini dile getirerek.. bazen de hiçbir şey ve hiçbir kimse görmüyor olma ruh hâletiyle, tek başına sa’y ediyormuşçasına, gözünde Hz. Hacer’in silueti, elinde gönül kâsesi ve dilinde:
İste peykânın gönül hecrinde, şevkim sakin et,
Susuzum bir kez bu sahrada benim’çün âre su!
Bîm-i dûzah nar-ı gam salmış dil-i sûzânıma.
Var ümidim ebr-i ihsânın sepe ol nâre su”
Fuzûlî
sözleri, göklerden gelip alevlerini söndürecek bir rahmet bekler.. ve ruhunu yakan kendi ateşiyle beraber, intizarın bitmeyen hasretiyle de kavrulur durur. Bazen mes’âda, ötelerden kopup gelen bir meltemin serinliği duyulsa da, genelde orada hep şevk buudlu bir hüzün, ümit ve recâ televvünlü bir aşk ızdırabı yaşanır.
HACCIN FARZ OLMA ŞARTLARI 1
Temettü Haccının Amelleri -2