İmamet : İlahi Lütuf (1)
İslam maarif tarihine bakıldığında karşımıza çıkan manzara şudur. Müslümanların bütünü usul, akaid, ahlak ve ahkam gibi İslami ilimlerin varlığında görüş birliği etmişlerdir. Yani her İslami grubun alimleri bu İslami ilimlerde eserler vermişler ve yazdığı eserlerde bu ilimlere ve marifetlere uygun ölçüde eserlerini telif etmeye çalışmışlardır.
Yalnız bu İslami ilimler içerisinde en geniş sahayı elde eden galiba her yönüyle ahkamdır. Bütün bu ilimlerde Müslümanlar ortak olsalar da İslami inancın ikincil yönünde, bazı hükümlerin ayrıntılarında ve kanunların geçerliliğinde ve uygulanmasında farklı görüşlere sahiptirler. Bu sahip oluş onları fırkalar ve mezhebler haline getirmiştir.
Müslümanlar arasındaki ihtilafları iki ana eksende toplamak mümkündür. İlki; Kelam ilminin konusunu oluşturan İslami inanç. İkincisi ise, Fıkıh ilminin dayanağını oluşturan usul ve ilahi hükümler. Örnek olması için Mutezile ile Eşariler; Matüridiler ile Haşeviyye; Mürcie ile kaderiye arasındaki kelami konuları verebiliriz. İkinci gruptaki görüş ayrılıklarına örnek olması için de geçmişte bütün ehl-i sünnet mezhebleri ve zahiriler arasındaki ihtilaflar. Günümüzde ise Ehl-i sünnetin dört ameli mezhebinin kendi aralarındaki ihtilaflarını verebiliriz.
İslami mezhebler ile şia arasındaki ihtilafların en önemlilerinden birisi belki en önemlisi imamet meselesidir. Zira şia-i imamiyye mezheb haline geldiği günden günümüze kadar Resulullah(saa)’ın vefatından sonra Ali İbn Ebu Talib’in ve Ali(as)’dan sonra da onun neslinden gelen Tahir zevatın imametine inanmaktadırlar. Şia-i İmamiyye de durum bu şekilde iken Ehl-i Sünnet Ali(as)’ı dördüncü halife olarak kabul etmekte ve Şianın kabul ettiği on iki imamı ise sıradan kişiler olarak telakki etmektedir. Belki bu zevat hakkında söylenebilecek en üst nokta salih zatlar olduğudur.
Ayrıca imamet telakkileri de farklıdır. Şia-i İmamiyye aynı zamanda bu imamların sıradan birer insan olmadığı ve ilahi bir makama sahip olduğu görüşündedirler. Ehl-i Sünnet Resulullah(saa)’ın vefatından sonra ilahi bir makama sahip hiçbir kimsenin gelmeyeceği yönündedirler. Şia on iki imamda şu üç özelliği görür. Oniki imam masumdurlar.
İlahi bir ilim. Allah tarafından seçilmiş bir makama sahip oluş. Şia-i imamiyyenin diğer İslami fırkalardan ayrıldığı en temel noktadır imamet.
Gerçi burada makalemizin konusunu da teşkil eden kelam ve imamet sahasıyla ilgili bir soru direkt olarak ortaya çıkmaktadır. İmamet meselesi mahza feri-fıkhi bir konu mudur. Fıkhi bir konudan öteye geçmemekte midir? Yoksa imamet meselesi daha çok siyasi bir konu mudur? Siyasi tartışmalara ve mücadelelere benzeyen bir konu mudur? Direkt olarak biz Türkiyeli Müslümanların imamet inancını duyduğumuzda aklımıza siyasi bir konu olarak algılamaktayız. Yani şianın imameti dinin olmazsa olmazı, imametin olmaması halinde İslami marifetlerin ve ilimlerin eksik ve şansa kaldığı yönündeki kabulü aklımıza gelmez. İlahi ilimler ve yönetim sahasının insanın say ve gayretine kalmış olduğu ve bunun bizim düşün dünyamız için daha tatlı ve makul olduğu belleklerimizde yer etmiştir. Şia-i İmamiyyenin bu iddiasını duyduğumuzda verdiğimiz tepkileri iki noktada toplayabiliriz. İlki böyle bir şeyi kabul aklı atıl hale getirmek olarak değerlendirilir. İkincisi ise böyle bir şeyin mümkün olmayacağıdır.
Hakikatte bu konu en azından şia-i imamiyye penceresinden bakıldığında kelami ve inançsal bir konu olduğudur. Yukarıda iki bakış açısını sunduğumuz telakki aslında şianın imamet telakkisini karşılamamaktadır. Zira fıkhi yön sadece imametin bir boyutundan başka bir yöne karşılık gelmemektedir. Yani fıkhi yönlü bir imamet algısı eksik bir algılamadan başka bir şey değildir.
Diğer bir nokta şiaya göre İslam inancı birbiriyle irtibatlı, uyumlu, düzenli ve insicamlı bir düzen şeklinde kendisini gösterir. İmamet ise bu düzenli halkalardan birisini oluşturmaktadır. Bu inancın bir halkası koptuğunda muazzam insicam da bozulur. Konunun belirginleşmesi ve berraklaşması için şianın inanç sistemini incelemek ve analiz etmek gerekmektedir. Zira bu incelemeyle şia inanç düşüncesinde imametin zincirin hangi halkasını oluşturduğu ve bu halkanın işlevi ve zarureti ortaya çıkmaktadır.
Şia-i İmamiyyenin inanç sisteminin ilk halkasını elbette ki tek bir ilahın varlığına inanmak almaktadır. Bu tek ilahın zatına ve sıfatlarına inanmak da bu tek ilaha inanmanın gereklerindendir. Yani diğer bir ifadeyle doğru bir ilah inancı şia için önem arz etmektedir. Zira bu tek ilah/Allah(cc) varlığın her katmanında ve varlığın her türünde zahirdir. O rabbdır, dilediği şekilde tasarruf edendir. O’nun rububiyyet, halıkiyyet ve fatıriyyet memleketinin dışında hiçbir mutlak varlık bulunmamaktadır. Allah azze ve celle hiçbir şeyi başıboş ve abes olarak da yaratmamıştır. Hiçbir şey amaçsız değildir. Aksine mevcudatta ve kevn alemindeki her şey sonsuz hikmet sahibinin kurmuş olduğu bu hakim nizama uygun olarak yaratılmıştır. Ezelden ebede kadar bütün mevcudat yatay ve dikey silsileler halinde birbiriyle insan aklının ve havsalasının kapsayamayacağı bir şekilde irtibat halindedirler. Birbiriyle dakik bir şekilde uyum gösteren bütün bu mevcudat nedenselik/illiyet/sünnetullah denen kanunlar çerçevesinde idare edilirler.
Her an yaratma halinde olan ve yaratmasını daima tecdid eden Bari-i Tealanın yaratması sayılamaz, sınırlandırılamaz. İşte bunca yaratma alanında insan şuur, akletme, irade ve ihtiyarıyla mevcudat aleminin diğer ferdlerinden temayüz etmiştir. İradesi ve aklını kullanma yetisi verilen insanın önünde basit bir ifadeyle iki yol bulunmaktadır. Ebedi saadet yurdu ve ebedi şekavet yurdu. İnsan ya ebedi saadetlere yönelecek veya ebedi şekavete yönelecek. Belki de bundan dolayıdır ki insan, insana özel bir rububiyyetle yönetilmektedir. Alah azze ve cellenin diğer varlıklar üzerindeki rububiyyetinin tecellisi ile insan üzerindeki rububiyyetinin tecellisi farklı farklıdır. Diğer varlıklar üzerindeki rububiyyet sadece tekvini olarak tecelli ederken insanlar üzerindeki rububiyyet tekvini iradenin yanında teşrii irade olarak da tecelli etmektedir. İnsan kemale giden yolda ihtiyari yürüyüşün kemali için Bari-i Teala özel sebebler ve öncüller halk etmiştir. İlahi hikmet gereği insanın aklı, iradesi ve hissi eksik olduğundan devreye vahy-i ilahi ve vahy-i ilahinin kuşattığı ilimler girmektedir. Yani bu kemal yolunda akıl ve irade nasıl gerekliyse vahy ve vahyi ilimler de o kadar gereklidir.
Bu açıklamalar bu sahada vahye ve nübüvvete duyulan ihtiyacı ortaya koyar niteliktedir sanırız. Konunun anlaşılması için basit bir örnek verelim. Bir ziyafet tertib eden ama ziyafete giden yolu ve nerede olduğunu göstermeyen kimsenin bu ziyafeti son derece eksik ve yanlış bir tutumdur.
Aynı şekilde vahyi veya nübüvveti kabul etmeyen, Allah(cc)’nın ebedi saadete ulaşmak için resuller ve nebiler göndermediğini iddia eden kimse Allah(cc)’nın insanı kendi nefsine bıraktığını zımnen iddia etmektedir.
Nübüvvet-i Amme ve İmamet
İmametin Seyrettiği Dört Dönem
İmamı (a.s) Tanımanın Felsefesi
İmamın Özellikleri
İMAMIN MANEVİ VE BATINİ ÖNDERLİĞİ
İmamet Makamı
İmamet İlâhî Bir Makamdır
İmamın İsmeti