Bir Batılı Gözüyle İmam Humeyni ve İslam İnkılabı 2
III
Devrim sırasında ön plana çıkan Ulusal Cephe, kendilerini Musaddık'ın varisi ilan eden zararsız ünlülerden meydana gelen bir örgütten başka bir şey değildi. Ayrıca o zamana kadar Musaddık da itibarını bir hayli kaybetmişti. Halk Mücahitleri (İlerici müslümanlar) ve Halk Fedaileri (Marksist - Leninist) gibi solcu partiler genellikle şehir gerillacılığı alanında faaliyetlerini yoğunlaştırmış, büyük çapta can kaybına uğramışlardı. Dolayısıyla hatırı sayılır siyasi bir rol oynamaktan gök uzak idiler. Böylece, şii ulema, topyekûn ideolojisinin yanısıra başarısız olabilecek bir girişimin başarılı olması için hem liderlik hem de genel planını sağladı.
İran toplumunda ulemanın rolü hayli büyüktür. Bu rol bir Sünni âliminkinden çok daha büyüktür. Sünni âlim ve şeyh genellikle devlet tarafından atanıp maaşa bağlanır. Bir şii molla ise zenginlikle fakirliğini ve sevinci ile üzüntüsünü paylaştığı müminlerden geçinimini sağlar. Molla ister camide ister dini toplantılarda ya da evde olsun toplumu ilgilendiren hemen hemen bütün meseleleri ele alır ve bunlara çare aramaya çalışır. Yahudilik'te olduğu gibi İslam'da din ile siyaset birbirinden ayrılmaz. Böylece, molla halkı için güvenilir bir dost, danışman ve yol gösterici olmakla kalmaz aynı zamanda moral bakımından her zaman destekçisi de olur.
Şii ulema, müslüman halkın gelirinin beşte birine varan oranla elde ettikleri bağışlar ile Şah döneminde muhtaçlar için hastane, klinik, okul ve diğer sosyal müesseseler kurmuşlardı. Ulema ve hatipler Saray ile Amerikalı danışmanları kastederek, sosyal adaletsizlik, ahlâki çöküntü ve yolsuzluğu eleştiriyorlardı. Milli benlik ve değerleri Amerikan teknolojisinin istilâsına karşı korumak amacıyla İslamiyete dönülmesinin şart olduğunu ileri sürüyorlardı. Ulema'nın pekçoğu hapse atıldı. Tanınmış din adamları, mesela birkaç ay önce hayata gözlerini kapayan Ayetullah Talegani, İmam Humeyni'-nin halefi sayılan Ayetullah Müntazari ve Tem-muz'da İran Meclis Başkanlığına seçilen Ayetullah Muhtazeri Refsencani, SAVAK ajanları tarafından işkence edildiler.
Irak'ın Necef şehrine sığınan İmam Humeyni ise bu günden güne güçlenen direnişin ücra sembolüydü. Siyasi boşluk onu sadece direnişin bayraktan değil aynı zamanda devrimin planyıcısı ve önderi de yapıverdi. 15 yıl süren sürgün hayatı sırasında zaman zaman aldığı tavırlarla İran halkının çeşitli grup ve sınıflarının tercümanlığını yaptı. 1964'te İran'dan sınırdışı edilmeden kısa bir süre önce Şah'ın Anayasa'yı ihlal etmesini ve Amerikalı sivil ve ekonomik danışmaları ile yakınlarına geniş imtiyazlar tanımasını kınamakla herkesin dikkatini çekmişti. 1967'de ise Necef'ten Başbakan Huveyda'ya gönderdiği mektupta şöyle demişti :
«Siz bağımsızlığımızın kökünü bile kazıttınız».
Ayetullah Humeyni'nin pekçok yazı ve konuşmaları gibi bu sözleri de bantlara doldurulup köy ve kasabalarda halka dinletilmişti. Bu bantlardan birinde Humeyni Birleşik Amerika'yı «emperyalist yılanın başı» olarak nitelendirmiş uluslararası tekelci sermaye şirketlerinin İran'ı soyduklarını belirtmişti. Ayrıca yabancı sermayenin «egemenliğinden yakınmış, akıl almaz miktarda silah ve araç gerecin satın alınmasını ve milli servetin çarçur edilmesini kınamıştı. Krallığın 2500. yıldönümünün kutlanması amacıyla 1971'de Persepolis'te düzenlenen tantanalı törenleri de yeren Ayetullah, Şah ve ailesinin «küstahça lüks»ünü eleştirmişti. Ocak 1978'te genel ayaklanmanın başlamasından itibaren de Muhammed Rıza Pehlevi devrilinceye kadar halkın mücadelesini sürdürmesini istemişti. Danışman ve yardımcılarının tavsiyelerine rağmen silaha sarılmadan mücadelenin başarıya ulaşacağım ve kaba kuvvete karşı Şii inancın galip geleceğini belirtmişti. Hesapları doğru çıktı. Bir yıl sonra, Ortadoğu'da İsrail'den sonra en güçlü olarak kabul edilen İran Kraliyet Ordusu, zaferlerini kazanırken onbinlerceleri şehit düşen «elleri boş devrimciler» e (1) mağlup olmaktan kurtulamadı.
IV
Devrimin ikinci safhası, İmam Humeyni'nin Şubat 1979'da yurda dönmesinden kısa bir süre sonra başladı. Bu, Batı'nın deyimiyle «anarşi» ve «kaos»un başlangıcıydı. Bilindiği gibi bu klasik kavram, nüfusun çeşitli gruplarının çıkar, irade ve siyasi eğilimlerini belirleyen güçlerin baskısı altında «kutsal birlik» denilen çıkarlann ortak hedefi (ki bunu İran'da monarşi simgeliyordu) nin yok olması ve büyük bir gürültüyle patlaması için kullanılmaktadır. Bu patlamadan sonra hayat hemen hemen normale dön. dü. Şah imparatorluğunun etnik azınlıkları, meselâ Kürt, Arap, Beluçi ve Türkmenler, Şiî topluluğuna bağlı olmadıkları için kendilerine geniş özerklik ve rilmesi için harekete geçtiler. Tekbir getirilirken gösterilerde İslam bayrağı altında yürümüş olan Marksist komünistler ile Maocular ve Troçkiciler şimdi oraklı çekiçli bayrakları altında toplanmaya başladılar. Batılı çevreler ise liberal bir ekonominin (sosyal demokrat) korunması ve parlamenter bir rejimin kurulması sloganıyla laiklik bayrağını çektiler. Müslümanların kendileri her ayetullah ve izlediği yoluna göre sağ, sol ve merkeziyetçi gibi çeşitli gruplara bölünmüşlerdi. En nihayet, Şiî ulema İmam Humeyni'ye tamamıyla bağlı olduğu halde laik siyasi gruplar gibi türlü çeşit gruplara ayrılmış bulunuyordu.
İmam Humeyni'nin gerek inandığı ideoloji gerekse huyu bakımından uzlaşmaz ve ilkelerinden hiçbir taviz vermeyen bir kişi olduğu defalarca yazılmıştır. Zira böyle olmasaydı taraftarlarının ısrarlarına rağmen Şah'ın bütün uzlaşma tekliflerini geri çevirir miydi? Ayrıca monarşi'nin çöküşünden hemen sonra bir milli birlik hükümetinin kurulmasıyla ilgili teklifleri reddeder miydi? Çünkü bu şekilde meydana gelen huzursuzluk ve kargaşalık ortadan kaybolacaktı. Ne var ki İmam Humeyni, General De Gaull'ün Fransa için yaptığı uzlaşmalara benzer uzlaşma İran için yapmadı. İslam dünyasında şiile-rin başı olmak itibariyle Humeyni kendisiyle hemfikir olmayan ve hatta kendisine karşı gelen doktrin sahipleriyle bir «taktik ittifakı» kuramaz ve kurmadı da.
Yine de «İslam Devriminin Rehberi (Önderi)» nin yüce ve zorlu hedefine varabilmesi için dolaylı yol olarak tıpkı laik bir siyasetçi gibi muhtelif manevra ve taktikler kullanmadığı da söylenemez, 5 Şubat 1979'da geçici hükümetin başına Mehdi Bazargan'ın getirilişi işte bu taktiklerden biri sayılabilir. Yoksa, İmam Humeyni kendi fikirlerinden bu kadar uzak bir kişiyi Başbakanlığa nasıl getirebilirdi? Doğru, Bazargan Şah'a muhalefetten ötürü dört defa hapse atılmış. Humeyni'yi de sürgünde olduğu süre içinde desteklemişti. Ancak kendisinin de itiraf ettiği gibi o bir devrimci değildi. Ve İmam Humeyni Neauphle - le - Chateau'da bulunduğu sırada kendisiyle görüşen Bazargan monarşi'nin korunmasını öngören adım adım takip edilecek «aşamalı» bir çözümü önermişti. Kısacası, Bazargan yakın dostu olan ve kendisini «karşı devrimci» veya «hain» ilan etmekten çekindiği Şahpur Bahtiyar'ın yolunu izliyordu.
Bazargan'ın kurduğu hükümet genellikle muhafazakârdı. Bakanları, Ulusal Cephe'nin ılımlı kanadına bağlı plup Humeyni'nin nefret ettiği Musaddık'ın taraftarları ile Kraliyet Ordusuna bağlı subaylar ve Şah döneminde zenginleşen orta sınıf iş adamlarından oluşuyordu. İş başına gelir gelmez ilk işi devrimin meydana getirdiği komite, İslam muhafızları ve SAVAK işkencecileri ile Şah döneminin ileri gelenlerini cezalandırmaya yönelen devrim mahkemeleri gibi kuruluşları eleştirmek oldu. özel mahkemelerin kurulup faaliyete geçmeleri ve aldıkları kararları derhal infaz etmeleri onu tiksindirdi. Kanun ve nizama bağlı olan Mehdi Bazargan, «mümtaz ve boşluğu dpldurulamayacak unsurları»! kaybetmemek için temizlik harekâtının en asgari düzeyde kalmasını istiyor, ayrıca geçmiş rejimin, ordu, polis ve devlet daireleri gibi kuruluşların korunmasından yana idi. Tüccarlar ile orta sınıfın yetenekli bir temsilcisi olmak itibarıyla geçici hükümetin başında bulunan Bazargan ekonominin temelini değiştirmek niyetinde değildi. İşte böyle bir düşünce ve baskıdan dolayıdır ki bankalar ile sigorta şirketleri ve büyük sanayi kuruluşlarının devletleştirilmesi hareketini bir hayli azalttı. Ayrıca, topraksız çiftçilerin özel ve devlet yönetimindeki büyük çiftlikleri «gayrimeşru» yollarla işgal etmelerine ve fabrikaların yönetiminin «işçi konseyleri» tarafından ele geçirilmesine başarıyla direndi.
Mehdi Bazargan iyi bir müslümandı, ancak İslamiyet'in İran'a tamamıyla hakim olması gerektiği yolunda İmam Humeyni'nin görüşüne katılmıyordu. Bazargan «cahil ve mağrur» mollaların yönetime sızmalarından yakınıyordu. İslam Cumhuriyeti lehinde oyunu kullanmasına rağmen görevinden istifa etmeden kısa bir süre önce İtalyan gazetecisi Oriana Fallaci'ye verdiği demeçte «şii din adamlarının diktatörlüğünden» korktuğunu açıklamaktan geri kalmadı.
Bazargan'ın düşüşünü iki büyük «günah» hızlandırdı : Birincisi, «Uzmanlar Meclisi» (ki tamamıyla ulemadan müteşekkildi) tarafından hazırlanan İslam Anayasasına karşı çıkması, ikincisi de İmam Humeyni'nin «Büyük Şeytan» dediği Birleşik Amerika ile ilişkilerini normalleştirmeye kalkışması. Mısır - İsrail Barış Anlaşmasının Mart 1979'da imzalanmasından sonra Humeyni'nin emriyle Kahire ile ilişkilerin kesilmesini Bazargan istemeye istemeye kabul etmişti. 22 Ekim'de Şah New York'taki hastaneye yatınlınca olayı protesto etmemiş hatta eski hükümdarın İran'a iade edilmesi isteğinde de bulunmamıştı. Bir hafta sonra ise İran televizyonunda Cezayir'de Başkan Carter'in Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski ile samimi bir görüşme yaptığı ve bu görüşmede İran Ordusunun ihtiyaç duyduğu silah ve yedek parçaların sağlanmasını istediği gösterildi. İşte bu görüşme Birleşik Amerika Büyükelçiliğinin işgali için iyi bir sebep - ya da bahane - hazırladı. Sadece dört gün sonra «İmam'ın izinde bulunan müslüman öğrenciler» Tahran'daki Amerikan elçiliğini basıp bütün Amerikalı görevli ve diplomatları rehine aldılar.
Muhtemelen böyle bir harekete geçileceği daha önceden bildirilmiş olan İmam Humeyni böylece Bazargan'ı istifaya zorladı. Peki, bunu yapmak için neden dokuz ay beklemeyi tercih etti? Tâ başından beri Başbakanının ne «devrimci» ne «Büyük Şeytan»ın düşmanı olduğunu bilmiyor muydu?
Konunun daha derinliğine inecek olursak İmam Humeyni'nin Mehdi Bazargan'ı Başbakanlığa getirirken iyi bir taktik kullandığını söyleyebiliriz. Anlaşılan İran'a daha yeni dönen İmam bu seçimi durumun kontroldün çıkabileceği endişesiyle yapmıştı. Kraliyet Ordusu a-yakta duruyordu, (bilindiği gibi Ordu, geçici hükümetin kurulmasından bir hafta sonra, yani 12 Şubat'ta lağvedildi). Aynı durum polis teşkilatı, jandarma ve devlet yönetimi için de sözkonusuydu. Marksist partiler (örneğin, Halk'ın Fedaileri) ve Halk'ın Mücahitleri aşırı derecede silahlı olup kitleler düzeyinde güçlü olmasına rağmen icraat safhasında gereken yapıya sahip olmayan İslam Hareketini altetmeye hazırdılar. (Çeşitli komiteler ve İslam milis kuvvetleri bundan sonra teşekkül ettiler). Ekonomide ve hükümet mekanizmasında etkili olan orta sınıf Ulusal Cephe'nin ılımlı partileri arasında pasif bir duruma düşebilir ve oyuncakları haline gelebilirdi.
Ancak Mehdi Bazargan gibi bir kişi çetrefilli işlerle uğraşabilirdi. «Pazar» olarak bilinen küçük esnaf ve tüccar kesimi — ki hem dindar hem muhafazakârdı — Bazargan'a bağlıydı. Solcu gerilla örgütleri (özellikle Mücahidin) yeni Başbakan'ın liberal görüşlerinden istifade ederek yeni kurulan Cumhuriyette meşru bir mevki kapacağını düşünmüşlerdi. Yüksek rütbeli subaylar — ki bunlardan bazısı Bazargan ile gizlice uzlaşmaya varmışlardı — kendisinin mo-narşi'den Cumhuriyet'e geçişin kolay ve pürüzsüz olacağı konusunda Ordu'ya teminat verebileceğine inanıyorlardı. Dolayısıyla İmam Humeyni, Bazargan'ı Başbakanlığa getirerek zaman kazanmaya çalışıyordu. «Gerçek devrimci bir Hükümet»in kurulması için öyle bir zamana çok ihtiyacı vardı da. Ancak bu demek değil ki Humeyni, Bazargan'a bazı önemli yetkiler vermişti. Bazargan'a radyo ve televizyonda bol bol konuşma ve protestolarda bulunma yetkisi verilmişti. Ne var ki hayati önem taşıyan konularda asıl karar organı ulemanın egemen olduğu Devrim Konseyi idi. Nitekim, Bazargan kendi durumunu Oriana Fallaci'ye verdiği demeçte güzel şekilde ifade etmişti: «Elime bir bıçak tutturmuşlardır, ancak bu bıçağın sapı bende keskin kısmı başkalarında kalmıştır.»
Tahran'da Amerikalı diplomatların rehin alınması Bazargan hükümetinin ölüm fermanıydı. Bu olay ayrıca monarşinin çöküşünden sonra ortaya çıkan İran-Birleşik Amerika anlaşmazlığını büsbütün su yüzüne çıkardı. İmam Humeyni, geçen 30 yılda Beyaz Sarayda görev yapmış ve İranlıların çoğunun kan emen canavar olarak gördüğü Muhammed Rıza Pehlevi'yi sürekli olarak desteklemiş olan 7 Başkan'ı affetmemişti. Başkan Carter'in de son âna kadar Pehlevi hanedanını kurtarmaya çalştığını da unutmamıştı. Eski Şah'a Ekim 1979'da Birleşik Amerika'ya girişine izin verilmesi, tahtını kaybeden Şah'ın yeniden tahta geçirilmeye çalışılacağı kuşkusunu uyandırdı. Batı'da «insancıl» ve «cesur» bir jest olarak nitelendirilen Amerika'nın bu hareketi Tahran'da yeni bir tertip olarak görüldü. Nitekim İran Dışişleri Bakanı Sadık Kutbzade bana bu olayı şöyle yorumlamıştı : «Bu olay, Franco İspanyasının, İkinci Dünya Savaşından hemen sonra Hitler'e kanser tedavisi için kollarını açmasına benzer». Bu yorum, gayet açık şekilde İranlıların düşünce ve şiddetli öfkesini gösteriyordu. Birleşik Amerika, İranlıların devrimci tavır ve eylemlerini küçümsediği gibi Şah ile ilgili tepkilerin? yalnış hesaplamıştı.
Bazı gözlemcilere göre Carter yönetimi rehineler sorunu ortaya çıkmasından önce ve sonra aynı hataya düştü. Carter yönetimi, İran-ABD anlaşmazlığını «ılımlı» olarak bilinen Bazargan ve bakanları ve daha sonra Cumhurbaşkanı Beni Sadr ve Kutbzade ile görüşüp çözümleyebileceğini sanmıştı. Washington bunun en etkili yol olacağını sanmıştı, oysa bu yol çoktan kapanmıştı. Doğru, yeni Devlet Başkanı ve Dışişleri Bakanı müslüman öğrencilerin Amerikan Büyükelçiliğini basıp Amerikalıları rehine almalarını tasvip etmemiş ve Birleşik Amerika ile ilişkilerin düzeltilmesini istemişlerdi. Ama aynı görüşleri nedeniyle İmam Humeyni yanında puan kaybetmekle kalmadılar, çoğu din adamlarından oluşan gruba karşı da zayıf düştüler.
Devamı...