• Nombre de visites :
  • 2690
  • 12/10/2008
  • Date :

AŞK SECCADESİ

kur

     On yedi yıl önce zengin ve tahsil görmüş bir ailede gözlerimi dünyaya açtım. Daha çocukluğumun ilk yıllarında tahsilli olma ve zengin olmanın mutluluk sırrı olduğu kulağıma fısıldanıyordu.

    Aile asaletinin korunması için bunların gerekli olduğu hep anlatılırdı bana.

   Aile gibi bir aile değildik. Aramızda kaynaşma, safa ve samimiyet yoktu. Zaten bir araya gelmemiz bile çok az zamanlarda gerçekleşirdi.

    Babam büyük bir tekstil firmasının sahibidir. Aynı zamanda birçok satış mağazası var.

    İşi gereği sık sık yolculukta olur. Evde geçirdiği az vakitleri bile büyük kayıp sayacak kadar işine tutkuludur.

    Annem de bir üniversitede öğretim görevlisi olduğu için onu da doyasıya görmek pek nasip olmuyor.

    Biraz vakit ayırmasını istediğimde araştırma yaptığını ve vaktinin olmadığını söyler. Hatta işi gereği sessizliğe ihtiyaç duyduğunu söyleyip, evde daha rahat hareket etmemize müsaade etmezdi.

    Böyle bir aile ortamında yaşamak son derece sıkıcı ve yıpratıcıydı benim için.

    Babam ve annemi görememek artık normal bir hâl almıştı, alışmıştım buna.

    Bununla birlikte hedefsiz ve manasız bir yaşam anlayışı da tüm benliğimi sarmıştı. Kendimi derslere vererek bu boşluğu doldurmaya çalışıyor, meşgul olacak bir şeyler buluyordum kendime.

   Arkadaşlarımın davranış ve bakışlarında hep benim gibi olanaklara sahip olma özlemi görüyordum. Onlara hayatın ne kadar saçma şey olduğunu ve mutlu olmadığımı anlattığımda bana alaylı bir şekilde gülerlerdi ve hatta bu olanaklara sahip olduğum için onlarla alay ettiğimi sanıyorlardı. Bazıları ise ne kadar aptal olduğumu ve bunca olanaklara lâyık olmadığımı düşünüyorlardı.

    Buna rağmen, arkadaşlarımla daha fazla vakit geçirmeye başlamıştım. Artık dersler de yaşamın saçmalığından nasibini almıştı. Önceki gibi derslere vakit ayırmıyordum, boş konuşmalar ve kahkahalarla kendimi avutmaya çalışıyordum.

    Yavaş yavaş arkadaşların etkisiyle modayı takip etmeye başlamıştım ve arkadaş partilerine katılıyor, namahremlerle el ele tutuşmaktan bile çekinmiyordum. Bu gibi olaylar, ailemce kültürlü ve medenî olmanın gereği sayıldığı için anormal bir şey sayılmazdı benim için.

    İstediğim her şey anında alınırdı. Bilgisayar, cep telefonu vs. gibi şeyler lüks sayılmıyordu artık. Aslında bunlara ihtiyacım olduğundan değil, ailemizin asaleti(!) gereği alınıyordu bana.

Arkadaşlarımla o kadar samimî bir ortama girmiştik ki, onlar birkaç gün aramadıklarında ben onları arıyor ve yeni partiler düzenlemeyi öneriyordum. Onlar da benim gibi birini kaybetmemek için ellerinden geleni yapıyorlardı.

    Bir gün kardeşim bir gazete koydu önüme; "Şu sayfaya bir bak! Kimin hayat hikâyesi olduğunu tahmin edebilir misin?" dedi.

    "AŞK SECCADESİ" başlığı altında bir kızın hikâyesiydi bu.

    Hikâyeyi okuyup sonuna geldiğimde şok olmuştum; inanamıyordum; tekrar tekrar okudum. Partilerin birinde tanıştığım bir kızın hikâyesiydi bu. Tüm arkadaşlar ona partilerin yıldızı diyorlardı. O olmadan partiler pek de renkli geçmezdi. Kendi kendime biraz düşündükten sonra onun birkaç partiye gelmediğini fark ettim.

    Dünyam altüst olmuştu. Neden bu kız böyle oldu diye düşünüp, kendisiyle konuşmaya karar verdim ve hikâyeyi kendisinden dinlemek istedim.

    Hemen kalkıp evlerine gittim. Zili çaldığımda kapıyı kendisi açtı. Bir an tanıyamadım. Çünkü yüzüne bakınca tertemiz masum bir yüz karşıma çıkmıştı.

    Yüzüne bakınca insanı alıp başka bir dünyaya taşıyordu. Bakışlarıyla huzur ve mutluluk akıtıyordu gönüllere.

    Bir an dona kaldık. Gözlerine bakıyor, onun yüzündeki huzur ve mananın sebebini bakışlarından anlamaya çalışıyordum.

    Dudaklarından dökülen "Buyurmaz mısınız?" sözü kendime gelmemi sağladı. Elimde olmadan kendimi onun sevgi ve şefkat kucağına bıraktım.

    O mana dolu kucağa ne kadar da muhtaç olduğumu, o an anlamış ve teşekkür ederek içeri girdim. Az bir zaman muhabbetten sonra sabırsızlıkla hayatındaki değişim hikâyesini anlatmasını rica ettim.

   Yüzü kızarmıştı. Utanıyordu geçmişinden, ama aynı zamanda yüzünden mutluluk dökülüyordu. Bunu açıkça görebiliyordum.

    O, hikâyesini anlatırken sanki dünyanın en güzel ve göz kamaştırıcı manzarasının karşısındaymışım gibi seyre dalmış, dinliyordum.

    Allah"ım! Bu kız ne kadar da temiz ve masumlaşmış! Ne kadar güzel şeyler anlatıyor! Yaşamın boş olmadığını, insanlık erdemlerini, sevgi ve şefkatin tüm maddî olanaklardan daha etkileyici olduğunu şiir gibi cümlelerle sıralıyordu.

   Din ve dünyamızın nasıl yozlaştırılarak anlatıldığını, din ve dünyanın algıladığımız ve öğrendiğimiz gibi olmadığını, dünyanın israfla, dinin hurafelerle dolduğunu, bunun için de ne dünya düşkünlerinin, ne de dindar gözükenlerin mutlu olmadığını anlatıyordu. Dünyamızı kendimiz değil, başkalarının dizayn edişiyle yaşadığımızı anlatırken okuduğum okul ve elde ettiğim bilgilerden utandım.

    Kişisel karakter ve yöresel kültür perspektifinden bakarak edindiğimiz dinî bilgilerin, anlattığı dinle ne kadar farklı olduğunu apaçık görüyordum. Meğerse dünyayı boş görmemiz ve dinden kaçışımız ne kadar da saçma bir şeymiş!

Tüm hayat felsefemi -tabiî hiçliğe felsefe denilirse- altüst etmişti ve kalbimde bir devrimin kıvılcımlarını yakmıştı.

Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varamamıştım. Geç oldu deyip müsaade istedim, ama tekrar rahatsız edebilir miyim diye sormayı da ihmal etmedim. Karşıladığı zamanki gülümseme ve masum bakışlarıyla; "Tabiî, istediğin her zaman gelebilirsin, biz arkadaşız." dedi.

    Ayrıldıktan sonra tıpkı yavrusunu kaybetmiş bir anne, ya da sevgilisinden ayrı düşen Mecnun gibi kalbimin orada kaldığını anladım.

    Kendimden geçmiştim. O geceyi karmaşık duygular içinde sabahladım. Hep onun sözlerini düşünüyor, onun ve kendi geçmişimi bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiriyordum.

İnsanın değerli bir varlık oluşu, sadece Yaratıcı"ya inanmak değil, Yaratıcı"yla raz u niyaz etmek, bilmek ve tanımanın farklı oluşu, özgürce düşünebilmek ve yaşamakla serbest yaşamanın farklı oluşu, bencil yaşamakla BENli yaşamanın ne demek olduğu soruları ilk defa kafamı karıştırıyordu.

    Sabah olunca telefon edip, müsait olup olmadığını sordum. Müsait olduğunu söyleyince kafesteki kuşun, kafesten kurtuluşu gibi kendimi onun uçsuz bucaksız gökyüzüne bıraktım, özgürce uçan kuşlar gibi ona koştum.

    Artık partileri unutmuştum. Dersler dışında tüm boş vakitlerimi onunla geçirmek için can atıyordum. Bazen müsait olmadığını söylediğinde sanki dünya başıma yıkılıyordu.

    Sadece dinleme vakti geçmişti, artık sorular soruyordum. Felsefî tartışmalar ve araştırmalar yapıyorduk.  Tıkandığımız konular olduğunda ehil insanlara sorup, doğru bilgiler ediniyorduk.

    Hayatım düzene girmişti. İnsanları sevdiğimi, derslere daha sıkı sarıldığımı, aile bağlarını daha pekiştirdiğimi ve yaşamayı sevdiğimi fark etmiştim daha sonraları.

    Bu değişim için çok çaba harcamadım. Gönül sevdi mi bir kere, gerisi kendiliğinden gelir.

"Zaten sevgi ve aşk engel tanımaz."

     Bendeki bu değişim ailem tarafından farklı tepkilere neden oldu. Babam geçer deyip geçti. Zaten onu paradan başka bir şey ilgilendirmiyordu. Annem komşulara ve arkadaşlarına nasıl izah edeceği paniğini yaşıyordu. Ablam daha farklı; benimle birlikte olmaktan utanıyordu. Ama ben onları çok seviyor, artık önceki gibi nefret etmiyordum.

     Yaşadıkları dünyadan benim dünyamın algıladıkları gibi göründüğünü biliyordum çünkü; ben de geçmişte öyle bakıyordum.

    Arkadaşlarım ise partilerdeki mezelerini kaybettikleri için üzülüyorlardı, ancak ben üzülmüyordum. Çünkü meze olmaktan kurtulmuş, insan olmuştum ve gerçek sığınağı bulmuştum, tüm dertlerimi ona anlatıyordum. O beni seviyor, ben de onu seviyordum.

    Bu pencereyi bana açan arkadaşıma şükran borçluyum.

Allah"ım! Ne güzel olurdu gökyüzü kubbesinin altında herkes birbirini ve seni sevebilseydi, senin herkesi sevdiğin gibi!

    Mevlâna"nın dediği gibi:

    "AŞK BENİM DİNİMDİR." 

Kaynak: Kıble


AŞK VE SEVGİ ÜZERİNE...

Mevlâna’dan Bir Şiir

 

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)