• Nombre de visites :
  • 3153
  • 24/10/2007
  • Date :

Aşk nedir?

                               

Aşk nedir?

 

Gizem dolu bahçede, güzel olan bir kuş var… Gül kırmızı… Kırmızı gülün aşkı…

Benim aşığı olduğum âlemde ise, kırmızı gülden daha güzel kokulu gül var.

Sufî Gülü: Bütün güllerden daha güzeldir…

Servi aşkıdır o…

Aşk; ısınmadır, orada erime var.

Aşk, istektir. Orada kelimeye geçit vermiyorlar…

Ne mutlu Muhammed’e! Allah’ın nezdinde ağladı ve dedi ki:

“Senin kelimelerin, vahiy ayetlerin, yeşil Kur’ân’ın kalbime yetmiyor. Beni bir bineğe bindir, yolculuğuna götür, göster?…”

“Bu kelimeler perdesinin arkasında, görüşme hasretiyle ölüyorum…”

“Bu Arapların, bedevîlerin, ateşli ve susuz çöllerin insanlarının sözlerinin ağır yükünü çekemiyorum. Bana yardım et, beni götür…”

Allah, yıldızlı bir gece yarısı Habib’ini şevk refrefine bindirdi. Kâbe’den Mescid-i Aksa’ya götürdü. Sonra yukarı çağırdı, kendi özel halvetine gitti; gitti gökler, tabakalar ve yeşil nur, mor nur, menekşe renkli nur ve huzura erişme nişanesi!

Ah! Ne kadar korkunç ve ağır! Kalbimi sıkıyor, sinemi boğuyor…

Cebrail, “Yanarım” deyip gidemiyor…

Ne kadar gerçek, ne kadar güzel destanlar!…

Ne kadar güzel bir dinim var!… Ne kadar nazlı, zarif, güzel bir İslâm!

Bu fasit, bozuk ve şaşı gören kâfirler ne anlarlar?!

Benim her zaman bir ayağım bu dünyada, bir ayağım diğer dünyadadır. Bazen burada, bazen orada.

Hayır, her zaman oradayım…

Ama her zaman için burada kalmayacağımı biliyorum.

Oraya gidince de, bu âleme gizli olan sonsuz gayb ülkesine gidiyorum.

Orada hiçbir şey yok. Hiç kimse yok. Toz, toprak, çamur belli değil…

İnsanların şekilleri, belirtileri, görüntüleri yok. Hiçbir küstah kahkaha, çirkin bakış, kokulu geğirmeler, korkunç esnemeler, ensesi kalın bedenler, develer, çakallar, kurtlar, tilkiler, yük taşıyan öküzler, uydum kalabalığa koyunlar, artık her şey hiç… Dünya bitmiş.

Bir ben varım, bir de mavi gökler ve odam?…

Sabah, penceremin dibinden içeri girip beni görülmeyen ebedî sahillerine götürmek istiyor…

Şakacı, oyuncu ve tatlı meltem ile beraber…

Ne güzel bir yolculuk!

Ve sen…

Nerdesin? Benim gecelerdeki yolculuklarımın yoldaşı!…

Ey hatırası şevkimin refrefi olan ve her sabah beni Allah’ın melekut dergâhına kadar götüren miracım!

Nerdesin?…

Ey hikmetin kaynayan pınarı!

Ey irfanın yanan güneşi!…

Ey ümidin şefkatli mehtabı!…

Ey iman!

Ey aşk!…

Neden hırsızlık, haset, namertçe komplolar kötü olmuyor da, iman ve aşk kötü oluyor?…

Neden para, mide, şehvetperestlik, çirkin zevkler, uşaklık, korkaklık ve diğerleri kötü olmuyor da, iman kötü oluyor?

Neden aşk ve tapınma suç oluyor, neden?

Bu akıllı ve aşka susamış genç nesilleri bu imandan mahrum etmek istiyorlar, neden?…

İlim ve akıl sahibi insanların aşka yabancı olmasını, tapınmaktan vazgeçmesini istiyorlar, neden?…

Aşksız ilim, tapınmasız akıl, imansız bir gençlik…

Aşksız genç, tapınmadan mahrum nesil…

İmansız, mesuliyetsiz ve hedefsiz ilim ve akıl…

Nedir yapılmak istenen?…

Eyvah! Dertsiz olan âlim, tapınmaktan uzak bilginin düşünceleri, iman olmayan genç nesil…

Ne kadar korkunç ve ne kadar uğursuz, ümitsiz ve soğuk bir bahar!…

Ne kadar acı ve dert verici!…

Allah’ı tanımayan dertsiz ve hissî yetkiler, ilâhî yaratılış sahibi olan genç nesilleri zincirlere vurmak, uçmaması için toprağa bağlamak istiyorlar.

Ruhları kendilerine cezp eden o âleme ayak basmasınlar, cennetlere girmesinler diye ayaklarına pranga vuruyorlar ki kaçamasınlar…

Mihraptan mumu kaldırmak, kelebeği mumdan uzaklaştırmak, kitapları defterler içinde kurutmak isti-yorlar.

Özgürlüğü kafese koymak (zindan), kalpleri tabiat ötesine olan aşktan uzaklaştırmak, kısacası içini şehvet, menfaat, haset, zilletle doldurup, düşüncelerini uçmaktan alı koymak, göklerden indirmek; aşşağılık pazara, dükkanlara sokmak, ticaret komisyoncuları kılmak istiyorlar.

İnsanı düşünen hayvan yapmak, onu değiştirmek, şehri vebalı kılmak, hayatı bir kusuntu hâline getirmek ve sonuçta varlığı hayalî lafızlar hâline getirmek istiyorlar.

Kanaati de, teslimiyeti de ters yüz ettiler ki nesillerimiz geldikleri acı sonu görmesinler…

Hâlbuki eski insanların kanadı çok güzeldi: “Bedenin ihtiyaç duyduklarından azıyla yetinir, ruhun ve kalp gözünün ihtiyaçlarında ise kanadı terk ederlerdi…”

Günümüz insanını ise, toprağı altın yapmanın derdine düşürmüşler…

Oysa eski insanlar topraktan, ruhu altına çevirmenin derdine düşşlerdi.

Allah; imanım, takvam, dertlerim, sadakatim, gece yarısı dualarım sebebiyle bana koruyucu bir ruh verdi…

Niye vermesin ki? O isterse, kim engel olabilir ki? O değil mi beni yolcu yapan, miraca götüren ve geceler veren? Ki ne geceler içinde ne çırpıntılar, ne endişeler, ne arzular, ne mehtaplar, ne tahtlar, ne denizler, ne çöller, ne zirveler, ne ateşler, ne kelimeler ve daha neler ve neler…

Ne zamana kadar?… O isterse, ebede kadar…

O Allah değil mi İskender’e hayat suyu, Âdem’e Havva, İbrahim’e Zemzem, Musa’ya asa, İsa’ya İncil, Muhammed’e Kur’ân, Ali’ye güzel hurmalıklar, yalnıza arkadaş, garibe vatan, nehre deniz, muma kelebek, Mecnun’a Leyla, susuza su veren?…

O isterse verir, hem de hesapsız…

Keşke bana da bir gece verse!…

Allah: “O bir gece, bin aya bedel bir gece.” demiş.

Keşke o geceyi kıyamet sabahı bana verseydi de, hikâyemi ona başım eğik anlatmazdım!…

Cafer YALNIZYAŞAR



 

 

 

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)