İRFAN VE HiKMET
Bu dünya sahnesinde insanlar, atmosfere bırakılan ve onu, sonsuz idealler ve mutluluklar dünyasına yükseltecek bir enerji potansiyeline sahip toplara benzemektedir. Ne var ki yeryüzünün maddi lezzetleri onları tabiat dünyasının aşağılığına mahkûm etmiş ve onu sürekli felâkete ve bedbahtlığa doğru itmektedir.
Günümüz madde eksenli medeniyet ve kültürünün çeşitli cilvelerinde kendini gösteren nefsâni eğilimler ve şeytâni vesveseler bu inişe daha fazla ivme kazandırmaktadır.
Bu arada kalp gözleri manevi hakikatlere açılmış ve kulakları ilahi mesajlara can-u gönülden aşina olmuş çok az bir gurup, hayvani eğilimlerden kendini uzaklaştırıp "Melekût Âlemi"nin nurlu ufuklarına doğru kanat açmakta ve kendi tekamül sürecinde bütün güzelliklerin, ihtişam ve kudretlerin, bütün kemallerin kaynağına, tek kelimede Allah"a doğru yükselmektedirler.
Öte yandan bir top misali yeryüzüne düşerek, çakılan insanlar dahi, maddenin dar çıkmazından usanıp, yeniden aynı süratle, fakat bu defa inişin ters istikametinde, mutluluklar dünyasına doğru harekete geçerler. Bu iniş ve çıkış hareketi defalarca tekrarlanır.
Bu aksülamelin bariz bir örneği, aşağılık kültüründen gına duyarak manevî değerlere susayan, tertemiz bir su kaynağı peşinde dört bir yana koşan insanlarda görebiliriz. Fakat ne yazık ki bu insanlardan çoğu, hidâyet şerbeti yerine, dalâlet zehrini içiren, kurtulma bahanesiyle sürükleyen, çukurdan çıkarıp kuyuya düşüren düzenbaz kılavuzların ağına düşmektedirler.
Maddî kültürün merkezinden uzaklaşıp manevîyat kültürünün geniş dünyasına yönelme hareketi, sadece ferdî eğilimlerle sınırlı değildir. Bu gün biz, dünyanın dört bir yanında, hatta yeryüzünün en kötü ve bozulmuş noktalarında dahi İslâm"ın ve manevi eğilimli hareketlerin günden güne genişleyip büyüdüğünü görmekteyiz.
İSLÂM DÜNYASINDA İRFÂN
Öteden beri İslâm dünyasında "İrfân" ve "Tasavvuf" adı altında bir çok eğilimler meydana gelmiş ve 4. Hicri yüzyıldan 8. Hicri yüzyıla kadar İran ve Türkiye gibi bir çok ülkede büyük bir ilerleme kaydetmiş, hatta zirveye ulaşmıştır. Şu anda bile İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde muhtelif tasavvuf tarikatları mevcuttur.
Bu arada diğer dinlere mensup insanlar arasında da benzer eğilimler bulunduğu için doğal olarak hemen şu soru kafalara takılmaktadır: Acaba İslâm"da "İslâmî İrfân" diye bir şey var mıdır, yoksa Müslümanlar "İrfân" denen olguyu, başkalarından mı almışlardır?
Daha doğrusu bugün "İslâmî İrfân" diye tanınan, İslâm"ın değil, Müslümanların irfânı mı?
Eğer İslâm"ın "İrfân" diye bir şey getirdiğini kabul edersek, acaba bu gün Müslümanlar arasında bulunan "İrfân" gerçekten İslâm"ın getirdiği irfân mı, yoksa değişime veya tahrife mi maruz kalmıştır?
Bu sorunun cevabında, bazıları İslâm"da "İrfân" diye bir şeyin olduğunu temelden inkar etmiş ve onu bid"at olarak nitelendirmişlerdir. Bazıları ise irfânın İslâm"ın dışında, fakat İslâm ile muvafık olduğunu iddia etmişlerdir. Bunu bazıları şöyle ifade etmiştir: "Tasavvuf beğenilen bir bidattir"; tıpkı Hıristiyanlık"ta ruhbanlığın olduğu gibi. Nitekim Kur"ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
"Hıristiyanların kendisi ilk defa ruhbaniyeti icat ettiler, biz onu onlara yazmadık (zorunlu kılmadık). Allah rızasını kazanma maksadıyla olursa o başka.." (Hadid, 27)
Bilâhare bir grup da "İrfân"ı, İslâm"ın bir parçası, hatta onun beyni ve ruhu yerinde görüyor ve onun da İslâm"ın diğer bölümleri gibi diğer dinler ve ekollerden değil bizzat Kur"ân ve Nebevî Sünnet"ten alındığını savunuyorlar ve diyorlar ki: "İslâmî irfân ile diğer irfânlar arasında bir takım benzerlikler olması, İslâmî irfânın onlardan iktibas edildiği anlamına gelmez. Nitekim İslâm şeriatıyla diğer semavî şeriatlar arasında bazı benzerliklerin olması İslâm"ın onlardan iktibas edildiğine delil teşkil etmez.
Biz de işte bu son cevabı benimsiyor ve şunu da eklemeyi zaruri görüyoruz ki bizim "İslâmî İrfân"ın asaletini kabul etmemiz bugün İslâm âleminde irfân ve tasavvuf diye adlandırılan her şeyin doğru olduğu anlamına gelmez. Nitekim İslâm"a mensup her grubun, her inanç ve amel tarzını da İslâm"a mâl edemeyiz. Aksi halde İslâm"ı çelişkilerle dolu bir inanç ve amel müessesi olarak görmemiz veya birbiriyle çelişen değişik İslâm"ların varlığını kabul etmemiz gerekir. Her hâlükârda biz asil ve köklü bir İslâmî irfânın varlığını -ki bunun en yüksek mertebesini bizzat Resulullah (s.a.a) ve gerçek halifeleri yaşıyorlardı- kabul etmekle birlikte Müslüman arif ve mutasavvıflar arasında bazı yabancı unsurların varlığını da inkâr etmiyor ve tasavvufî grupların en azından bir kısmının, çoğu görüş ve amel tarzlarının tartışılır nitelikte olduğunu üsteliyoruz.
İSLÂMÎ İRFANIN ASÂLETİ
İRFAN VE AKIL