Asıl Kaybettiğimiz Maddî Güç Değil, Ahlâktır
KAYIP ARANIYOR
Geçmişini kaybetmiş, ne yaptığını, kim olduğunu bilmeyen bir adamı ruh doktoruna götürürler. Biz de son iki asırdır bu haldeyiz. Halimiz marazîdir. Daha da kötüsü bu marazı normal kabul edip, onunla yaşamaya alışmış durumdayız. Ne yaptığımızı hatırlar gibi olduğumuzda da, günümüzde başka bir işe yaramayacağımızı düşünüp kendi köşemize çekiliyoruz. Kaybettiğimiz sadece geçmişimiz değil. Hatırlayamıyoruz, ama asıl vahimi hatırlamak istemiyoruz. Yani irademiz de kaybolmuş durumdadır. Bugünkü perişan halimize bakıp, ya kendimizi inkâr ediyoruz ya da geçmiştekilere bugünün suçunu yüklüyoruz.
"Kimiz?" İki asırdır bu soruyu her an, her gün soruyor, cevabını ise çılgınca bir ataletle başkasından bekliyoruz. Bu soruyu ve cevabını hep bizden öteye taşıyoruz. Soruyu başkasına sorduktan sonra, cevabını bizim vermemiz mümkün mü? Halbuki teslim etmemiz gereken şey, bu kayıplığın, yitikliğin bizim kendimizle ilgili olduğudur. Kaybedilmedik, kaybolduk. Birileri yitirmedi, biz yitirdik. Zayıf isek onun suçlusu da ilk önce biziz. Zebûn isek, bizi biz kendi ellerimizle bu hale getirdik.
Düşmeyene kim ne yapabilir? İtiraf edelim, biz düştük ama kendi ayaklarımız yokmuşçasına hâlâ başkasının yardım elini beklemekteyiz. O halde kaybettiğimiz sadece imânî bir hayat, insanî bir medeniyet değil. "Kendimiz" olmayı unuttuk evvela. Ondan sonra kendi şerefimizi, kendi dünyamızı, kendi medeniyetimizi, kendi renklerimizi, kendi tarihimizi, coğrafyamızı, zevklerimizi.
Kendimizden nasıl ayrı düştük?
Evet, iki asırdır yanlış bir soruyu soruyoruz: "Neden bu hale düştük?" Doğru soru ise şudur: "Kendimizden nasıl ayrı düştük?" Bize gâib olan, yani ötesine, uzağına, taşrasına, gurbetine düştüğümüz vatan, mekân, hâne nedir?
"Kendi" kelimesiyle başlayan cümleleri "kendi"si olarak kurabilenler medeniyet sahibidir. Yoksa mesele güç de değildir, zenginlik de. Her güç kazanma yolu zayıflıktan başlar. Önceden fakir olmayana nasıl "zengin oldu" diyebiliriz ki? Kendisi olanın gücü de kendisine hastır. Başkasının şemsiyesi altına girmeden, ıslanmasına bakmadan çâre araştıran, mutlaka kendi şemsiyesini bulacaktır.
Zamana da mekâna da hâkim olmak, bizim sandığımızın aksine "kendimiz" olmaktan çıkıp "başkası", yani Batılılar gibi güç kazanmak, güçlü olmaktan geçmez. Bizim hâkimiyetimizin de, gücümüzün de temeli kulluktur.
Rabb'e teslim olmak, gücün tâ kendisidir
Müslümanın güç sahibi olması gerekir, evet, ama başkası gibi değil, kendisi gibi. Yani asıl kaybettiğimiz maddî güç değil, ahlâktır. Yani kendimiz olma bilgisi, uyanıklığıdır.
Müslümanın diğer insanlardan esas farkı Görünmeyen'e, Hakîm Olan'a teslim olmuş olmasıdır. Ama "teslim olmak", bizim gibi mâruz kaldığımız her netâmete ve dünyevî güce teslim olmak değildir. Rabb'e teslim olmak, insanın hâli ne olursa olsun, fakir olsun, esir olsun, gücün tâ kendisidir. Bu kaynağa dayanan güç hayır getirir, savaştığı anda bile kılıcından kıvılcım değil, nur saçar. Bu temiz kulluğa yaslanmayan her güç ise, karşısında zebûn düştüğümüz zulmetin bir parçası olur ancak.
İki asırdan beri hepimizin hissettiği ama açıkça söylemediği şey, "kendimiz"i kaybettiğimiz, "kendimiz"den gurbette olduğumuzdur.
"Kendi" olmadığı yerde dünyanın, hayatın, işin, fikrin, ilmin, sanatın anlamını sadece başkaları belirler. Kendisizliktir asıl gaybûbet.
Gideceği yeri bilmeyen onulmaz bir gâibdir, tümden kayıptır
Oysa her kayboluş bir buluştur. Ve her buluş da bir oluş.
Kayıplığımızın farkına varamadık, o yüzden kendimizi bulamadık. Kendimizi, yani kendi hanemizi, vatanımızı, yerimizi, özümüzü.
İki asırdır başkasını kendimiz, gurbeti vatanımız sanıyoruz.
O yüzden kendimiz olamıyoruz, kendimiz kalamıyoruz, kendimiz ölemiyoruz.
Müslüman bu âlemde seferîdir. Seferî olmak da, seyyâh olmak da güzeldir. Bize emredilen harekettir, yerinde durmamaktır. Durduğu yeri vatan belleyen kaybolmuş demektir. İstikameti, menzili olup da o yolda kaybolan mutlaka doğruyu bulacaktır. Çünkü yolunu, menzilini bilen seferî olur, seyyâh olur. Gideceği yeri bilmeyen onulmaz bir gâibdir, tümden kayıptır.
Fakirliği düşkünlüğe, zayıflığı zebûniyete, kaybolmuşluğu şaşkınlığa dönüştüren şey "kendisi" olmamaktır.
Zamanı geldi, çoktan geçti bile. Artık kayıplığımızda bile kendimiz olmaya başlamalıyız. Göreceğiz ki kendimizi bulduğumuzda; kendi fikrimizi, işimizi, ahlâkımızı, gücümüzü bulacağız. Ve oluşların en güzeliyle olacağız.
Savaş Ş. Barkçin, "Kayıp Aranıyor", Kalbin Aklı: Medeniyet Üzerine Yazılar, İnsan Yayınları, Aralık 2016, sf. 97-98-99.