Bir Psikolojik Savaş Aracı Olarak Terör Kavramlaştırması
İstanbul’da mabetler ile bir yabancı banka ve konsolosluk binasına yönelik gerçekleştirilen bombalı saldırıların ardından tekrar “İslamî terör” kavramı tartışmaya açıldı. Bu olayları gerçekleştirenlerin görünürdeki kimliklerinin Müslüman olması, böyle bir kavramsallaştırmanın meşruiyetine zemin hazırlamış gözüküyor.
Fakat bu kavramsallaştırmanın dayandığı mantık son derece tutarsız ve aldatıcıdır. Zira herhangi bir eylemi gerçekleştiren kişinin dinî inancına bakılarak, eylemcinin mensubu olduğu dinî inancı, gerçekleştirilen eylemin başına sıfat olarak koymak doğru kabul edilecekse, o zaman hırsızlık yapan bir Hıristiyanın yaptığı işten hareketle “Hıristiyan hırsızlığı”, Yahudi birinin işlediği zinadan ötürü “Yahudi zinası” vs. kavramlaştırmaları da haklılık kazanacaktır.
Dinlerin insanları ahlâka ve erdemliliğe çağırdığı herkesçe malumken, din mensuplarının ahlâk ve erdem dışı eylemleri, dinin değil, o din mensubunun bireysel suçu sayılmalıdır. Eylemi gerçekleştiren kişinin dinî mensubiyetinden dolayı, mensup olunan dini, gerçekleştirilen eylemin başına sıfat olarak koymak, tüm din mensuplarını suçlu ilân etmek demek olacaktır ki, bu da hukukun en temel ilkelerinden biri olan “suçun bireyselliği” ilkesine aykırıdır.
Binaenaleyh ismi, etimolojik bağlamı itibariyle “barış ve esenlik” kavramlarını mündemiç olan İslâm ile, modern bir savaş stratejisi olan “terör”ün bağdaşıp bağdaşmadığının tartışılmasının bile, zihinleri küresel ölçekli psikolojik savaşın yönlendirmesine açık hâline getiren verili bir durum olduğu söylenebilir.
Binaenaleyh dışımızda gelişip bize kendini dayatan bu psikolojik savaş ve zihin yönlendirme operasyonu karşısında asıl tartışılması gereken, bu verili durumun ne zamandan beri, niçin ve kimler tarafından ortaya konulduğu olmalıdır.
“İslâmî terör” ifadesi, dünya gündemine soğuk savaşın sona ermesinin hemen ardından sokulmaya başlandı. İki kutuplu dünyaya özgü soğuk savaşta, liberal kapitalist bloğun ekonomik, siyasal ve askerî yapılanması, Sovyetler karşıtı bir tehdit algısı doğrultusunda gerçekleştirilmişti.
O dönemde Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda, İslamî hareketlerden Sovyet karşıtı bir güç olarak yararlanıldığı biliniyor. Nitekim Sovyetler’in Afganistan’ı işgalinin ardından Kızıl Ordu’ya karşı mücadele veren İslamî gruplar, Batılı medya organları tarafından da “terörist” olarak değil, “mücahit” olarak nitelendirildiler.
1979 tarihli “İran İslâm Devrimi”, İslâmî hareketlerin ABD önderliğindeki liberal Batı emperyalizmine karşı müstakil bir güç olarak sahneye çıkışının milâdı oldu. İslâmî hareketler, artık “mülhit komünistlere” karşı “Ehlikitap” Batılıların müttefiki olmayacaklardı. Bu durumda soğuk savaş döneminde çokça istifade edilen “Yeşil Kuşak” güvenlik çemberi kırılmış oluyordu.
İran İslâm Devrimi’nin dünyadaki İslamî hareketlere kazandırdığı ilerici anti emperyalist bilinç, kısa sürede Lübnan’da ve Filistin’de bir aksiyona dönüşmüştü.
Soğuk savaşın sona erdiği 1990’lardan itibaren “Sovyet tehdidi”ne dayalı olarak Mackinder tarafından ortaya atılan kara hâkimiyeti ve “heartland” kuramı, Alfred Mahan tarafından ünlü ABD deniz filolarının oluşturulmasına kaynaklık teşkil eden deniz jeopolitiği kuramı ve Spykman’ın ortaya koyduğu “rimland” kuramları, bir ölçüde pratik işlevselliğini artık yerine getirmiş sayıldı. Batılı liberal demokrasi açısından artık yeni bir tehdit algısına ihtiyaç vardı ve bu da Spykman’ın öğrencisi olan Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” kuramıyla formüle edilmeye başlandı.
Soğuk savaş sonrasında NATO bünyesinde tespit edilen yeni tehdit algısı, “Kökten dincilik, etnik bölgesel çatışmalar ve uluslar arası terörizm” olarak değerlendirildi. “Kökten dincilik” kavramsalı, zımnen küresel ABD ve Siyonizm saldırganlığı karşısında dirençli bir savunma veren ilerici İslamî hareketleri işaret ediyorsa da, bu kavram yerine “İslamî terör” ifadesinin konulmaya çalışılmasına NATO’daki Türk temsilcilerinin de karşı çıktığı biliniyor.
Afgan direnişi zemininde İslâm Devrimi’ne alternatif bir İslamî hareket modeli olarak yaratılan Taliban rejimi ve el-Kaide örgütlerinin kontrol dışına çıkması ve 11 Eylül olayı gibi bahaneler, ABD’deki Yeni Muhafazakârları, Hıristiyan Sağ’ı ve ünlü Siyonist lobisi AIPAC’ı İslam’a karşı top yekûn bir cephe açmaya yöneltmiş bulunuyor.
11 Eylül bahanesi ve ABD askerî gücünün tartışılmaz teknolojik üstünlüğü, küresel psikolojik savaş için de uygun zemin yaratmış bulunuyor. Düşünce kuruluşları, “sivil” akademik merkezler, araştırma şirketleri ve medya, küresel ABD saldırganlığı için psikolojik savaş malzemesi üretmektedirler. Şu an bu psikolojik savaş araçlarının kazanmak peşinde olduğu en aslî mevzi de “İslamî terör” kavramının olağanlaştırılarak zihinlere yerleştirilmesi ve Müslümanların “şeytanlaştırılmasıdır”.
Afganistan’da Sovyetler’e karşı savaş veren Müslümanların neden “mücahit”, Filistin’de ve Lübnan’da Siyonist saldırganlığa karşı en meşru insanî haklarını savunmak için direnen Müslümanların ise neden “terörist” olarak nitelendirildiği de, işte bu psikolojik savaş ve zihin yönlendirme operasyonları çerçevesinde anlaşılabilir.
Alptekin DURSUNOĞLU
Elibeyt Alimleri