İslami Ekonominin Ahlaklılığı
İslam'da ekonominin olduğu, fakat iktisadî bir teorinin olmadığı tartışılabilir. İslam'ın her dinden beklendiği üzere insanlara teklif edilen ve takip istenen ahlâkî bir sistem olduğu zannediliyor.
İslam insanlara doğruluğu ve dürüstlüğü, sabrı, terbiyeyi emreder; anlaşmazlığı, kalpazanlığı yasaklar. Aynı şekilde fakire yardımı emreder; haksız davranmayı, diğerlerinin haklarına tecavüz etmeyi ve kanunsuz yollardan kazanmayı yasaklar. Ayrıca namaz, oruç ve haccı emreder, yoksullara yardım politikasının bir icraatı olarak da, zorunlu fakat övgü değer saydığı bir hareket olan zekâtı emreder.
Bütün bu kanunlar, İslam'ın ahlakî boyutunu temsil eder ve Müslümanların ahlaken yücelişine dair bir anlam ifade etmezler.
Başka bir deyimle İslamî öğretiler, bireysel ve ahlâkî karaktere sahiptir. Bu öğretiler ile iktisadi bir teori arasındaki fark, vaiz ile reformist arasındaki fark gibidir. Bir vaiz, insanları diğerleriyle birlik olmaya ve onlara merhametle muamele etmeye, haksızlığa ve despotluğa karşı uyanık olmaya çağırır. Fakat bir sosyal reformist, herkesin sorumluluk ve haklarım belirleyen bir görüşle insanlar arası ilişkileri düzenleyen bir plân oluşturur.
Biz İslami öğretilerin ahlâkî bir yönü olduğunu kabul ediyoruz ve İslam'ın, hayatın bir çok yönüne dair ahlaki direktifler verdiği doğrudur. Ayrıca İslam'ı ahlaki değerler temeline oturtabilmek için en mükemmel metodun sahip olduğu da doğrudur.
Fakat bu demek değildir ki, İslam sadece birey hayatının ahlakî düzeni ile ilgilenip sosyal organizasyona Önem vermemiş, ekonomik hayata dair hiçbir program getirmemiştir. İslam insanları adalete ve haksızlığı terk etmeye, bu iki kavrama ilişkin terminolojiyi kesinleştirmeden davet eden bir din değildir.
İslam aslında adalet, adaletsizlik ve insan haklan kavramlarını açıklamayı ihmal etmemiştir. İslam adaletin sınırlarını belirlemiş ve üretim, servet dağılımı, karşılıklı ilişkiler gibi çok çeşitli alanlarda sosyal hayata dair genel kanunlar koymuştur. Bu kanunların veya emirlerin ihmal yahut ihlal edilişini haksızlık ve günah olarak nitelemiştir.
Burada bir vaizin görevi ile bir iktisadî ekolün sorumluluğu arasındaki fark ortaya çıkıyor. Bir vaiz, dinleyicisini adaletli olmaya, adaletsizliğe karşı uyanık olmaya çağırır. Fakat onlar için bir ölçü koymaz. Bu terimlerin manasını dinleyicilerin anlayışına bırakır. Diğer yandan iktisadî bir ekol adaletin ve adaletsizliğin ölçülerini koyar, ekonomik hayatın bütün yönlerini kapsayan bir iktisadî sistem kurmayı amaçlar.
İslam, şayet sıradan bir biçimde insanları adalete davet edip bu terimlerin pratik olarak şekillenmesini şartlara ve insanlara bıraksaydı, bir vaiz gibi düşünülebilirdi. Fakat İslam böyle yapmamıştır. O, adalet ve adaletsizlik kavramlarım oturtmuş; kendi üretim ve dağıtım metodolojisini, karşılıklı ilişkilere dair usullerini ekonomik aktiviteleri ilgilendiren diğer batıl ve haksız metotlardan ayırarak savunmuştur.
İslam, işlenilmeyen toprağı sahiplenmenin haksız bir fiil olduğunu söyler. Toprağın özel mülkiyetini, sadece onun işlenmesi için gösterilecek 'çaba'ya (emeğe) bağlar. Benzer şekildi İslam, diğer hususlarda da adaletsizlik kavramının adaletten ayırır.
Şurası doğrudur; İslam zenginlerin, fakir komşu ve akrabalarına yardım etmesini ister. Fakat bu, yaptığı yapacağı her şey demek değildir. Müslüman hükümetin fakir ve ihtiyaç sahibi kimselere sakin bir hayat sağlamasını öngörür, İslam. Bu, yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen İslâmî sistemin bir ilkesidir.
Bir yöneticinin zekât hususundaki sorumluluğunu açıklarken, İmam Cafer'in şöyle dediği rivayet edilir:
"O, Allah'ın emrettiği parayı toplamalı ve fakirlerden, ihtiyaç sahiplerinden sekiz grup insana dağıtmalı. Bu para, öyle bir şekilde dağıtılmalı ki, bir yıl boyunca herhangi bir zorluk ve meşakkate uğramaksızın onlara kâfi gelmeli. Şayet herhangi bir miktar bu dağıtımda arta kalırsa hazineye verilir. Herhangi bir kıtlık anında da yönetici, zekât fonu diğer kaynaklardan çekerek arttırmak zorundadır."
Bu rivayetten de anlaşılacağı üzere, bütün vatandaşlara yaşama imkânlarını sağlama prensibi, bir vaiz meselesi değildir. O, Müslüman yöneticilerin kanuni görevidir ve ekonomik hayatı şekillendiren İslâmî programın bir parçasıdır.
Şu hadislerde içerik olarak bir farklılık vardır: "Kim komşusu açken tok yatarsa Allah'a ve ahirete inanan birisi değildir." Diğer bir hadiste: "Fakirlere onların ihtiyaçlarını sağlamak için kendi kaynaklarından yardım etmek, yöneticilerin görevidir." buyruluyor.
Birinci hadis, hatırlatıcıdır ve İslam'ın ahlakî yönünü yansıtır. İkincisi ise mecburîdir ve İslam'ın sosyal sisteminin genel ruhunu gösterir. Şüphe yok ki, zekât, en önemli ibadetlerden birisidir ve namazla, oruçla aynı kategoriye girer. Fakat onun bir ibadet oluşu, ekonomik içeriğinin olmadığını veya İslam'da ekonomik hayatı kapsayan sosyal bir sistemin varlığını yansıtmadığını göstermez.
Zekât, Müslüman toplumda sosyal çatının bir parçasıdır. O, ferdî bir tapınma ameliyesi olmadığı gibi, zenginler için oluşturulmuş ahlâkî kültürün bir parçası da değildir. O, sosyal plânlama kategorisine girer.
Dahası zekât, bir sistem olarak İslam'ın genel görüşünü temsil eder. Zekât bağlamında hadis şunu göstermektedir ki; fakirleri, toplumun genel standardına ulaştırmak için ödenir. Diğer bir deyimle zekat, sıradan ahlâkî yaptırım olarak genel bir hayat standardını oluşturan plânın bir parçasıdır. Kesin olarak iktisadî ekolü oluşturmada atılan bir adımdır zekât.
İslami Teorinin Kesin bir Şekle Kavuşturulması Gerekir
İslam Dünyasında Ekonomik Sorunlar -1