PEŞAVER GECELERİ:Peygamber (s.a.a)’in Basra, Sıffin ve Nehrevan Savaşlarından Haber Vermesi
ONUNCU OTURUM
Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’yi Kadılık ve Halkın Hidayeti İçin Yemen’e Göndermesi
Nitekim büyük alimleriniz, Hz. Ali (a.s)’ın, hidayetleri ve aralarında hüküm vermesi için Yemen’e gönderilmesini detaylıca rivayet etmişlerdir. Özellikle de imam Nesai, Hasais’ul- Alevi’de bu babda altı hadis rivayet etmiştir. Rağıb İsfahani Muhazarat’ul- Üdeba c. 2, s. 212’de ve diğerleri senetleriyle kısa olarak şöyle rivayet etmişlerdir: “Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’yi, kadılık ve halkın hidayeti için Yemen’e göndermek isteyince, Hz. Ali (a.s); “Ben gencim beni nasıl kavmin yaşlılarına gönderiyorsun?” dediğinde, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular: “Allah-u Teala, kalbini (kadılık ilmine) hidayet edecek, dilini ise sabit kılacaktır.”
Eğer yaşlılık öncelik hakkı olmuş olsaydı, Ebu Bekir gibi yaşlı sahabilere rağmen neden Hz. Ali (a.s)’ı, hidayetleri ve aralarında kadılık yapması için Yemen halkına doğru gönderdi?
Dolayısıyla bundan anlaşıldığı gibi insanları hidayet etme ve onların arasında kadılık yapmada, yaşlılık ve gençliğin hiçbir etkisi yoktur. Sadece ilim, fazilet, takva ve özel bir nass gereklidir. Kur’ân-ı Kerim ve rivayetlerde böyle bir nass sadece Hz. Ali için vardır.
Peygamber (s.a.a)’den Sonra, Hz. Ali (a.s) Ümmetin Hidayetçisi İdi
Nitekim Ra'd suresi 7. ayette şöyle buyurulmuştur: “Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir hidayet önderi vardır.”
Peygamber (s.a.a)’den sonra ümmetin rehberi Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’tir. Nitekim imam Sa’lebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Taberi kendi tefsirinde, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib 62. Bab’da (İbn-i Asakir’in tarihinden müsned olarak naklen), Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 26. babının sonunda Sa’lebi, Himvini, Hakim Ebu’l- Kasım Haskani, İbn-i Sabbağ Maliki, Mir Seyyid Ali Hemedani’den naklen, onlar da İbn-i Abbas, Hz. Ali (a.s) ve Ebu Bureyde Eslemi’den farklı tabirlerle on bir rivayet nakletmektedirler. Onların hepsinin özeti şöyledir:
“Bu ayet nazil olunca Peygamber (s.a.a) elini göğsüne dayayıp; “Ben bir uyarıcıyım” buyurdu. Sonra da elini Ali (a.s)’ın göğsüne dayayıp; “Sen hidayet önderisin; doğru yola hidayet olanlar seninle hidayeti bulur” buyurdular.”
Eğer başkaları hakkında da böyle naslar olmuş olsaydı, biz de onlara uyardık. Ama sadece Ali (a.s) hakkında olduğu için genç ve yaşlılığa bakmadan ona uymak zorundayız.
Hz. Ali’nin Karşısındaki Desiseler ve Hakiki Siyasetle Mecazi Siyaset Arasındaki Fark
Sizin; “Ali (a.s)’ın genç ve tecrübesiz olduğuna, hilafet gücüne sahip olmadığına, 25 yıl sonra hilafete geçince de siyasetsizliği sebebiyle birçok kanların döküldüğüne ve isyanların baş gösterdiğine” dair söylediğiniz sözünüze gelince; bilemiyorum bu beyanınız kasıtlı mı, unutkanlıktan mı, yoksa atalarınıza uyduğunuzdan mıdır? Aksi takdirde alim ve dikkatli bir insan asla böyle bir şey söylemez.
Siyasetten maksadınız nedir bilemiyorum. Eğer maksat kendi makam ve mevkisini korumak için baş vurulan iftira, yalan, hile ve desiseyse, itiraf edeyim ki Hz. Ali (a.s) böyle bir siyasete sahip değildi ve asla böyle bir siyasetçi olmamıştır. Çünkü bunlar siyasetin gerçek manası değildir; aksine kötülük, hile, hokkabazlık ve desisedir. Makam düşkünü insanlar kendi konumlarını korumak ve hedeflerine ulaşmak için bundan istifade etmektedirler.
Gerçek siyaset, adalet ve insafla her şeyi yerli yerine oturtmaktır. Bu tür siyaset, mevki düşkünü olmayan kimseler nezdinde bulunmaktadır. Bunlar sadece hakkın icrasını isterler. Hz. Ali (a.s) da hak, gerçek, adalet, insaf ve sadakat ehli olduğu için başkalarında olan o kötü anlamdaki siyasetten münezzeh idi.
Nitekim daha önce dediğim gibi Hz. Ali (a.s) hilafete geçince hemen bütün hakim ve memurlarını azletti. Amcası oğlu Abdullah bin Abbas, bütün bölgelerin hakim ve memurları kendisine teslim oluncaya kadar bu hükmü askıya almasını ve tedricen uygulamasını söylediyse de Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:
“Zahiri siyaseti korumak için iyimser düşünüyorsunuz, ama hiç biliyor musunuz ben o zalim hakimleri yerlerinde bıraktığım ve zahiri siyaset gereği onlara razı olduğum takdirde yaptıkları bütün işlerden ben de Allah-u Teala katında sorumlu olacağım ve hesap günü cevap vermem gerekecek. Kesin bilin ki Ali asla böyle bir şey yapmaz.”
Bu yüzden adaleti korumak için hemen hakimleri azletti ve bundan dolayı da Muaviye, Talha, Zübeyr ve diğerleri isyan ettiler. Muhalefet bayrağı yükselterek heva ve hevesleri üzere kan döktüler.
Taberi kendi tarihinde, İbn-i Abdurrabbih Ikd’ul- Ferid’de, İbn-i Ebi’l- Hadid ise Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde açıkça kaydetmişlerdir ki Hz. Ali defalarca şöyle buyurmuştur:
“Eğer din, takva, adalet ve insafı gözetmeseydim, bütün Araplardan daha zeki, kurnaz ve dahi olurdum.”
Beyler yanlış düşünüyorsunuz, boş lafların etkisinde kalıyorsunuz. Hz. Ali (a.s) dönemindeki isyanların ve dağılmaların O Hazretin siyasetsizliğinden kaynaklandığını mı düşünüyorsunuz? Halbuki durum böyle değildi. Aksine bir takım deliller vardı ki, vakit dar olduğundan dolayı sorunun açıklığa kavuşması için onlardan sadece bazısına işaret edeceğim.
Hz. Ali’nin Hilafeti Dönemindeki Kıyamların Sebepleri
Evvela; yirmi beş yıla yakın bir zamanda, insanlar Hz. Ali (a.s)’ın düşmanlığı ve kiniyle terbiye edildiler. Dolayısıyla bir anda onun hilafetini kabul edemezlerdi. Nitekim hilafetinin ilk günlerinde eşraftan birisi mescide girip Hz. Ali (a.s)’ın minberde olduğunu görünce yüksek sesle şöyle demişti: “Halife Ömer yerine minberde Ali’yi gören gözlerim kör olsun.”
İkinci olarak; dünya talep insanlar onun adaletini kabul edemiyorlardı. Özellikle de Osman zamanında Emevi hakimleri mutlak bir özgürlük içindeydi, dolayısıyla kendi arzu ve isteklerini temin edecek birinin iş başına gelmesini istiyorlardı. Nitekim Muaviye döneminde bütün arzuları gerçekleşti ve dünyevi hedeflerine ulaştılar.
İlk başta Hz. Ali (a.s)’a biat eden Talha ve Zübeyr, Hz. Ali’den istedikleri makamları elde edemeyince hemen biatlerini bozup Cemel ve Basra fitnesini çıkardılar.
Üçüncü olarak; dikkatle tarihi incelerseniz ve insaflıca hüküm verirseniz, Hz. Ali (a.s)’ın hilafetinin ilk günlerinde insanları fitne ve fesada teşvik edenin, kan dökmeye çağıranın kim olduğunu açıkça görürsünüz. Şüphesiz ki bu kimse Aişe’dir. Sünni ve Şii bütün muhaddis ve tarihçilerin yazdığı üzere Aişe, evden çıkmamasını emreden Peygamber (s.a.a)’e muhalefet ederek deveye binip Basra’ya gitmiş, fitne fesat çıkarmış, birçok Müslüman’ın kanının dökülmesine sebep olmuştur.
Dolayısıyla bu fitne ve fesatların nedeni Hz. Ali (a.s)’ın siyasetsizliği değildi, aksine 25 yıl boyunca kin içinde yaşayanlar, Aişe’nin düşmanlığı ve dünya perestlerin arzuları bütün bu fitne ve fesatlara neden olmuş ve haksız yere kan dökmüştür.
Ayrıca tarihe bakmadan iç savaşların ve dökülen kanların Hz. Ali (a.s)’ın siyasetsizliğinden kaynaklandığını zannediyorsunuz. Halbuki aslında bütün zahiri savaşların ve dökülen kanların sebebi Aişe idi. Peygamber (s.a.a)’in bütün yasaklamalarına rağmen Hz. Ali (a.s)’ın karşısında kıyam etmiş, savaşların ve dökülen kanların sebebi olmuştur.
Eğer Aişe kıyam etmeseydi, hiç kimse onun karşısında kıyam edemezdi. Zira Peygamber (s.a.a) açıkça şöyle buyurmuştur: “Ali ile savaşan benimle savaşmıştır.” Dolayısıyla insanları cesaretlendiren ve Hz. Ali (a.s) ile savaşan Aişe idi. Aişe Cemel savaşanı başlatarak ve Hz. Ali’ye kötü laflar ederek halkı cesaretlendirdi.
Peygamber (s.a.a)’in Basra, Sıffin ve Nehrevan Savaşlarından Haber Vermesi
Ayrıca Hz. Ali (a.s)’ın münafıklarla ve Basra, Siffin ve Nehrevan’daki muhaliflerle yaptığı savaşları, Peygamber (s.a.a)’in kafirlerle savaşları gibiydi.
Şeyh: Nasıl Olur da Müslümanlarla savaşmak müşriklerle savaşmak gibi sayılabilir?
Davetçi: Çünkü Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Sibt bin Cevzi Tezkire’de, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de, imam Nesai Hasais’ul- Alevi’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, Muhammed Ebu Yusuf Kifayet’ut- Talib 37. Bab’da, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc'ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 67’de rivayet etmiş olduğu üzere Peygamber (s.a.a) Ali (a.s)’ın yaptığı savaşları, Nakisin, Kasitin ve Marikin savaşları diye adlandırmıştır. Nakisin’den maksat Talha Zübeyr ve etrafındaki kimselerdir. Kasitin’den maksat Muaviye ve taraftarlarıdır, Marikin’den maksat ise Nehrevan Haricileri’dir. Bunların hepsi de baği ve isyan ehliydi. Katledilmeleri farzdı. Peygamber (s.a.a) bu savaşları haber vermiş ve onlarla savaşmayı emretmiştir.
Nitekim Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib 37. Bab’da müsned olarak Said bin Cübeyr’den, o da İbn-i Abbas’dan Peygamber (s.a.a)’in Ümmü Seleme’ye şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Bu Ali bin Ebi talib, eti benim etim, kanı benim kanımdır. O bana nisbet, Harun’un Musa’ya olan nisbeti gibidir; şu farkla ki benden sonra Peygamber olmayacaktır. Ey Ümmü Seleme, bu Ali Mü’minlerin emiri, Müslümanların efendisi, ilmimin hazinesi, vasim ve kendisinden girilen ilim kapımdır. O benim dünya ve ahirette kardeşimdir, yüce makamda benimle birliktedir. O Kasitin, Nakisin ve Marikin ile savaşacaktır.”
Muhammed bin Yusuf daha sonra bu hadis hakkında görüşünü belirterek şöyle diyor: “Bu hadiste Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’nin üç grupla savaşacağını haber vermiştir. Peygamber (s.a.a)’in vaadi haktır. Ali (a.s)’a bu üç grupla savaşmasını emretmiştir. Nitekim Mihnef bin Suleym şöyle diyor:
“Eba Eyyub Ensari bir orduyla savaşa hazırlandı, ben ona şöyle dedim: Ey Eba Eyyub Ensari, sen Peygamber (s.a.a)’in yanında müşriklerle savaştın, şimdi de Müslümanlarla savaşa mı hazırlanıyorsun? Bana şöyle cevap verdi: “Peygamber (s.a.a) bana Nakisin, Kasitin ve Marikin ile savaşmamı emretmiştir.”
Hz. Ali (a.s)’ın bu üç grupla yaptığı savaşın kafir ve müşriklerle yaptığı savaş gibi olduğunu söylemem de bizzat alimlerinizin rivayet etmiş olduğu bir rivayette yer almıştır. Örneğin: İmam Nesai, Hesais’ul- Alevi 155. Hadis’de (Ebu Said Hudri’den müsned olarak), Süleyman bin Belhi Yenabi s. 59 12. Bab’da Cem’ul- Fevaid’den, o da Ebi Said’den şöyle rivayet etmektedir: “Biz ashapla oturmuş Peygamber (s.a.a)’i bekliyorduk, Peygamber (s.a.a), ayakkabı tasması kopmuş bir halde bize geldi, ayakkabısını Ali’ye verdi, Ali ayakkabıyı tamir ederken Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:
“Ben müşriklerle Kur’ân-ı Kerim’in tenzili hakkında savaştığım gibi, sizden biri de Kur’ân-ı Kerim’in te’vili hakkında savaşacak kimdir?”
Ebu Bekir; “Bu ben miyim?” diye sordu. Peygamber (s.a.a); “Hayır.” buyurdu. Ömer; “Bu ben miyim?” dedi. Peygamber (s.a.a); “Hayır” dedi. Daha sonra şöyle buyurdu: “O kimse, ayakkabımı tamir edendir.(Yani Ali’dir.)”
Bu hadis, Hz. Ali (a.s)’ın savaşlarının hak üzere yapılan cihat olduğunu, Kur’ân-ı Kerim’in apaçık gerçeği, tenzili ve manasının korunması için olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Peygamber (s.a.a)’in savaşları da Kur’ân-ı Kerim’in tenzili ve zahirinin korunması için olmuştur.
Hz. Ali (a.s)’ın yaptığı üç savaş, Peygamber (s.a.a)’in de buyurduğu gibi Müslümanlarla yapılan savaş değildi. Aksi takdirde Peygamber (s.a.a) savaşmayı emretmez, hatta nehiy ederdi. Onları Nakisin, Kasitin ve Marikin adlandırmazdı. Dolayısıyla bu onların mürtet olmalarının, Kur’ân karşısında kıyam etmelerinin ve müşrikler gibi Kur’ân aleyhine savaşmalarının en büyük delilidir. O halde Hz. Ali (a.s)’ın savaşları siyasetsizliğinden değildir. Aksine muhaliflerinin Peygamber (s.a.a)’e itaatsizliğinden ve nifaklarından kaynaklanmıştır.
Siz Hz. Ali (a.s)’ın beş yıllık hükümetini adalet üzere ve insaflıca inceleyecek ve ülke idaresi için verdiği hükümleri gözden geçirecek olursanız (örneğin; Malik-i Eşter, Muhammed bin Ebi Bekir, Osman bin Hanif, Abdullah bin Abbas, Kasım bin Abbas’a verdiği emirleri ve talimatları Nehc’ül- Belağa’da da yer almıştır.) Peygamber (s.a.a)’den sonra Hz. Ali gibi adil bir siyasetçinin henüz dünyaya gelmediğini kabulleneceksiniz. Hz. Ali (a.s)’ın dost ve düşmanı herkes bunu kabul etmektedir. Zira Hz. Ali (a.s) muttakilerin İmamı, Allah’ın kitabını en iyi bilen, te’vil, nasih, mensuh, muhkem, müteşabih, mücmel ve mufassal hükümlerini, gayb ve şühud alemini en iyi tanıyan biriydi
Şeyh: Ben bu cümlenin manasını anlayamadım, Hz. Ali (k.v)’in gayb ve şahadeti bildiğini beyan ediyorsunuz. Gayb ve şehadetten maksat nedir? Lütfen daha açık beyan ediniz?
Davetçi: Bu cümlede anlaşılmayacak bir şey yoktur. Enbiya ve evsiya Allah’ın verdiği feyizlerle insanlara gizli olan bazı sırları biliyordu. Elbette her birisi davetleri için gerekli olduğu kadarıyla gaybi sırları biliyordu. Peygamber (s.a.a)’den sonra böyle bir şeye sahip olan kimse Hz. Ali (a.s ) idi.
Şeyh: Aşırı Şii Müslümanların bu görüşlerine sahip olmanızı doğrusu sizden beklemiyordum.
Sizin bu sözünüz de sahibinin razı olmadığı bir sözdür; zira kullardan hiçbirisinin gaybi ilmi konusunda herhangi bir ilmi olamaz.
Davetçi: Sizin bu sözünüz de bilerek veya bilmeyerek tekrarladığınız atalarınızın sözleridir. Biraz dikkat edecek olursanız anlarsınız ki, enbiya ve evsiyanın gayb ilmini bilmesinin aşırılıkla bir ilgisi yoktur. Bu onlar için sıradan bir şeydir. Nitekim akıl, nakil ve Kur’ân-ı Kerim’in açık hükümleri de bunu ifade etmekteler.
Şeyh: Kur’ân’a işaret etmekle hata ediyorsunuz; zira Kur’ân sizin dediğinizin tam tersini ifade etmektedir.
Davetçi: Hangi ayetin aksini ifade ettiğini beyan ederseniz sevinirim.
Şeyh: Kur’ân’da birçok ayet bunu ifade etmektedir. Örneğin: En’am suresi 59. ayette şöyle buyurmaktadır:
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır, onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”
Bu ayet, Allah’tan başka hiç kimsenin gaybı bilmediğinin apaçık bir delilidir. Her kim gayb ilmini Allah’tan başka birisine isnat ederse aşırılığa düşmüştür ve zayıf bir kulu Allah’ın sıfatlarına ortak kılmıştır. Halbuki Allah-u Teala ortağı olmaktan münezzehtir. Hz. Ali (a.s)’ın gayb ilmini bildiğini söylemekle onu, Allah-u Teala’ya ortak kılmış olursunuz ve Peygamber (s.a.a)’den yüce kılmış sayılırsınız. Zira Peygamber (s.a.a) bile defalarca kendisinin bir insan olduğunu söylemiş, gayb ilmini sadece Allah’ın bildiğini ifade etmiş ve gayb ilmini bilmekten aciz olduğunu ifade etmiştir. Nitekim Kehf suresi 110. ayette şöyle buyurulmaktadır:
“De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim, (şu var ki) bana, vahiy olunuyor. Şüphesiz ilahınız sadece bir ilahtır.”
Hakeza A’raf suresi 188. ayette şöyle buyurulmaktadır:
“De ki: “Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”
Yine Hud suresi 31. ayette şöyle buyurulmaktadır:
“Ben size: “Allah’ın hazinelerini benim yanımdadır.” demiyorum, gaybı da bilmem.”
Hakeza Neml suresi 65. ayette şöyle buyurulmaktadır:
“De ki: Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”
Halbuki bu ayetlerin de açıkça belirttiği gibi bizzat Peygamber (s.a.a) gayb ilmini bilmediğini beyan ediyor ve gayb ilminin Allah-u Teala’ya mahsus olduğunu ifade ediyor. Siz nasıl Ali’ye (k.v) böyle bir ilmi isnat ediyorsunuz. Dolayısıyla O’nu Hz. Peygamber (s.a.a)’den üstün tutuyorsunuz. Al-i İmran suresinin 179. ayetinde de şöyle buyurmuştur:
“Bununla beraber Allah size gaybı da bildirecek değildir.”
O halde hangi delile göre gayb ilmini Allah’tan başka birisine isnat ediyorsunuz? Ali’yi (k.v) Allah-u Teala’ya ortak koşmanız aşırılık değilse, o halde aşırılık nedir?”
Davetçi: Sizin başta söyledikleriniz doğrudur, hepimizin inandığı şeydir. Ama aldığınız sonuç asla doğru değildir.
PEŞAVER GECELERİ:Beraet Suresinin Mekke Halkına Tebliğ Edilmesinde Ebu Bekr’in Azledilip Ali’nin Nasbedilmesi
PEŞAVER GECELERİ:Kerbela Toprağının Özellikleri ve Resulullah (s.a.a)’in Beyanı