• Nombre de visites :
  • 3113
  • 6/11/2012
  • Date :

PEŞAVER GECELERİ:Hz. Ali’nin, Susup Kıyam Etmemesinin Nedeni Hakkındaki Sözleri

peşaver geceleri:hz. ali’nin, susup kıyam etmemesinin nedeni hakkındaki sözleri

DOKUZUNCU OTURUM

Zurar Bin Zamure’nin Muaviye’yle Konuşması

Hz. Ali (a.s)’ın dünyaya hitaben söylediği sözler, O’nun zühdünü, takvasını ve dünyaya itimatsızlığını gözler önüne sermektedir. Nitekim büyük alimlerinizden İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya c. 1, s. 84’de, Abdullah bin Amir Şebravi Şafii Kitab’ul- İhtaf bi-Hubb’il- Eşraf s. 8’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul s. 33’de, İbn-i Sabbağ Maliki Fusul’ul- Muhimme s. 28’de, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 51. babında, Sibt bin Cevzi Tezkire’nin 5. babının 69. sayfasının sonunda ve diğer alim ve tarihçileriniz de kendi eserlerinde Muaviye ile Zurar bin Zamure arasında geçen detaylı konuşmayı rivayet etmişlerdir. Konuşmasının sonunda Zurar, Muaviye’nin yanında Hz. Ali (a.s)’ı şöyle vasf etmiştir: “Karanlık bir gecede Ali’yi gördüm, sakalını tutmuş yılan sokmuş gibi kıvranıyordu, hüzünlü bir halde ağlıyor ve şöyle diyordu:

“Ey dünya, benden başkasını kandır, ben sana kanmam, ben seni üç talakla boşadım. Artık sana dönüş olmaz; zira senin ömrün kısa, tehliken çok büyük, lezzetin çok azdır. Eyvahlar olsun az azığa, uzun yolculuğa ve tehlikeli yola.”‌

Muaviye Hz. Ali (a.s)’a karşı o kadar katı kalpli olmasına rağmen, Zurar’ın bu sözleri karşısında kendiliğinden ağladı ve şöyle dedi: “Allah Ali’ye rahmet etsin, Allah’a and olsun ki o böyleydi.”‌

Başka bir yerde ise Muaviye şöyle demiştir: “Dünya kadınları Ali gibi birini doğurmaktan kısırdır.”‌

Hz. Ali (a.s)’ın züht hayatı Peygamber (s.a.a)’in müjdelediği İlahi bir feyizdir. Nitekim Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’in 46. babında müsned olarak Ammar Yasir’den naklen Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu kaydetmiştir:

“Ey Ali, dünyadaki zühdün sebebiyle Allah-u Teala seni insanlardan hiç kimsenin süslenmediği bir ziynetle süslemiştir. Zira Allah-u Teala katında zühtten daha sevimli bir şey yoktur. Ne sen dünyevi lezzetlerden nasiplendin ve ne de dünya seni kullanabildi. Allah-u Teala seni yoksullarla dostluğa muvaffak kılmıştır. Onlar senin imametine inanmışlardır. Ben de onların sana uymasından hoşnut olurum. Seni sevenlere, tasdik edenlere ne mutlu! Senin düşmanlarına, sana iftira ve yalan atanlara eyvahlar olsun. Seni sevenler ve tasdik edenler cennette senin komşuların olacak ve senin azametli sarayında seninle birlikte olacaklardır. Allah-u Teala senin düşmanlarını, kıyamet günü yalancıların bulunduğu yerde cezalandıracaktır.”‌

Hz. Ali (a.s) o kadar takvalı ve züht ehliydi ki, dost düşman herkes onu İmam’ul- Muttakin (Muttakilerin İmamı) diye adlandırıyordu. Hz. Ali (a.s)’ı bu sıfatlarıyla topluma tanıtan ilk kimse, bizzat Peygamber (s.a.a) idi. Vakit dar olduğundan bunlardan sadece bir kaçına işaret etmek istiyorum.

Allah ve Peygamberi, Ali’yi Muttakilerin İmam’ı Diye Tanımlamaktadır

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul Belağa Şerhi c. 2, s. 450’de, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya’da, Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’da, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut Talib’in 54. babında Enes bin Malik’den şöyle rivayet etmektedirler: “Peygamber (s.a.a) bir gün bana; “Ey Enes, bana abdest suyu getir”‌ diye buyurdu. Ben de kalkıp abdest suyu getirdim. Peygamber (s.a.a) abdest aldıktan sonra iki rekat namaz kıldı ve ardından bana şöyle buyurdu:

“Ey Enes, bu kapıdan ilk gelecek olan kimse, muttakilerin imamı, Müslümanların efendisi, müminlerin beyi, vasilerin sonuncusu, el ve ayakları (abdest azaları) nurlu olanların önderidir.”‌

Enes devamında şöyle diyor: “Ben içimden bu gelecek kişinin Ensardan biri olmasını istedim. Ama aniden o kapıdan Ali girdi ve Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “İşte o kimse, Ali bin Ebi Talib’tir”‌ Peygamber (s.a.a) sevinç içinde kalktı, Hz. Ali’yi karşıladı, elini boynuna attı ve terini sildi.

Hz. Ali şöyle dedi: “Ya Resulullah, bugün bana daha önce yapmadığın hareketleri yapıyorsun.”‌

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Neden yapmayayım. Zira sen benim tarafımdan risaletimi halka ileteceksin, onlara sesimi duyuracaksın ve benden sonra ihtilafa düştükleri konuları beyan edeceksin.”‌

Hakeza İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 2’de, Hafız Ebu Naim ise Hilye’de şöyle rivayet etmekteler: “Bir gün Hz. Ali Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vardı. Peygamber (s.a.a); “Müslümanların efendisi ve muttakilerin İmam’ı merhaba hoş geldin.”‌ diye buyurdu. Ardından; “Bu nimete karşı şükrün nasıldır?”‌ diye sordu.

 Hz. Ali cevaben şöyle dedi: “Bana verdiği nimetler için Allah’a hamd ediyorum. Bana şükür nimetini vermesini diliyorum ve bana verdiklerini artırmasını umuyorum.”‌

Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’ün 1. babının 4. Faslında bu hadisi rivayet etmekte ve bu delille Hz. Ali’nin Muttakilerin İmam’ı ve takva ehlinin en üstünü olduğunu ispatlamaktadır.

Hakim, Müstedrek c. 3, s. 138’de, Buhari ve Müslim ise Sahih’lerinde Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Ali hakkında bana üç şey vahy edilmiştir; O Müslümanların efendisi, muttakilerin İmam’ı, el, ayak ve yüzleri nurlu olanların önderidir.”‌

Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut Talib’in 45. Babında, (Abdullah bin Es’ad bin Zürare’den müsned olarak naklen) Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu kaydetmiştir:

“Beni göklere götürdükleri Mirac gecesinde, inciden yapılmış ve altın döşenmiş bir saraya götürdüler, bana üç şey vahiy edildi ve emredildi ki Ali (a.s)’ın üç hasleti vardır, O Müslümanların efendisi, muttakilerin İmamı ve abdest azaları nurlu olanların önderidir.”‌

İmam Ahmed bin Hanbel de Müsned’de, Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’ye şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Ey Ali, senin yüzüne bakmak ibadettir. Şüphesiz ki sen muttakilerin İmam’ı ve müminlerin efendisisin; seni seven beni sevmiştir ve beni seven Allah’ı sevmiştir. Sana buğz eden bana buğz etmiştir ve bana buğz eden Allah’a buğz etmiştir.”‌

Şüphesiz bazı aşağılık, düşüncesiz, dalkavuk insanlar da, bazı halife ve sultanları haddinden fazla övmüşlerdir. Ama Peygamber (s.a.a) gibi hak ve hakikat abidesi bir insan, asla bir kimseyi boş sıfatlarla nitelendirmez. O’nun ağzından çıkan her kelam gerçektir. Nitekim Kur’ân şöyle buyurmaktadır:

“O arzusuna göre konuşmaz; o (söyledikleri) yalnızca vahy olunan bir vahiydir.”‌[25]

Özellikle kendisi de, Mirac gecesi kendisine, Ali’nin muttakilerin İmam’ı olduğu emredildiğini bildirmektedir.

O halde Peygamber (s.a.a)’in Allah’ın emriyle Hz. Ali’yi, hiç kimse hakkında söylemediği bir sıfatla nitelendirmesi, Hz. Ali (a.s)’ın makam fazilet ve takvasını göstermesi açısından yeterlidir. Bütün sahabiler arasında sadece Hz. Ali (a.s)’ı muttakilerin İmam’ı olarak adlandırmış ve defalarca onu bu lakapla çağırmıştır. Elbette bir insanın takva ehlinin İmam’ı olması için bizzat kendisinin tam manasıyla muttaki ve örnek olması gerekir.

Eğer Hz. Ali (a.s)’ın takva ve züht dünyasını detaylıca anlatmaya kalkışırsak, başlı başına ciltler dolusu kitap olur.

Şeyh: Efendimiz Ali (k.v) hakkında söyledikleriniz azdır bile. Gerçekten Muaviye’nin de dediği gibi; “Kadınlar Ali bin Ebi Talib gibi birini doğurmaktan kısırdır.”‌

Davetçi: O halde Hz. Ali (a.s) ashap arasında takva ehlinin abidesi olduğu ve Peygamber (s.a.a)’in Allah’ın emriyle onu muttakilerin İmam’ı karar kıldığı aşikar oldu. Hz. Ali (a.s) soy açısından seçkin olduğu gibi takva açısından da herkesten üstündü. Burada bir söz aklıma geldi, müsaade ederseniz size bir soru sorayım.

Şeyh: Rica ederim, buyurun.

Davetçi: Acaba ashap arasında muttakilerin İmam’ı olan Hz. Ali gibi birisi, makam düşkünü, dünya perest ve hevasına uyan birisi olabilir mi?

Şeyh: Asla Ali (k.v) hakkında böyle bir şey düşünülemez. Dediğiniz gibi dünyayı üç talakla boşayan ve bu cümlelerle dünyaya itinasızlığını gösteren birisi nasıl dünyaya meyledebilir! Ayrıca, Hz. Ali’nin makam ve mevkisi, kendisine bu tür isnatlarda bulunmaktan çok daha yücedir. Düşüncesi bile mümkün değildir; nerede kaldı ki ameli ve gerçeği.

Davetçi: O halde o takva abidesinin bütün amelleri Allah-u Teala içindi, O’ndan başkası için bir tek adım bile atmamıştır; her yerde herhangi bir hak görmüşse karşılamıştır.

Şeyh: Açıktır ki Hz. Ali (a.s) hakkında bundan başka bir şey bilmiyoruz.

Hakikat Ehli İnsafla Yargılasınlar

Davetçi: O halde bildiğiniz gibi Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra, Hz. Ali (a.s) vasiyet gereği Peygamber (s.a.a)’in yıkanması, kefenlenmesi ve defniyle meşgulken Beni Saide Sakifesi’nde bir grup toplanarak Ebu Bekir’e biat etmiş, Hz. Ali’yi de biate davet edince Hz. Ali (a.s) neden biat etmedi?

Eğer Ebu Bekir’in hilafeti hak, icma meselesi sabit ve hakkaniyet delili olmuş olsaydı, Hz. Ali (a.s) takva ve züht abidesi olduğu hasebiyle bahaneye sarılmaz, haktan yüz çevirmezdi. Zira Peygamber (s.a.a)’in de buyurduğu gibi, hak nerede olsa Ali de orada olmalıdır.

Takvanın gereği de muttaki şahsın haktan yüz çevirmemesidir. Senetlerini de önceki geceler zikrettiğim hadislerde Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: “Ali hakladır, hak da Ali ile döner.”‌

Eğer o olaylar hak ve Ebu Bekir’in hilafete seçimi doğru olmuş olsaydı, Hz. Ali (a.s) sevgiyle onu karşılar, kabullenir ve asla muhalefet etmezdi.

Dolayısıyla Hz. Ali (a.s)’ın muhalefetinin iki nedeni olabilir; Ya Ali hakka aykırı davranmış, Peygamber (s.a.a)’in emrine isyan ederek O’nun halifesine biat etmemiştir; ya da hilafetin durumunu ve icma yolunu hakka aykırı bulmuş ve onu siyasi bir oyun bilmiştir.

Peygamber (s.a.a)’in de buyurduğu gibi sürekli hakla olan, Muttakilerin İmam’ı diye nitelendirilen, dünya ehli olmayan, makam ve mevki peşinde koşmayan, dünyayı üç talakla boşayan, zahiri riyaset peşinde olmayan Ali gibi birisi hakkında birinci ihtimal asla doğru değildir. Dolayısıyla hilafeti siyasi bir oyun bildiğinden ve Allah-u Teala ve Resulünün rızasına aykırı bulduğundan biat etmekten çekinmiştir.

Şeyh: Efendimiz Ali’nin (k.v) biat etmediğini söylemekle ilginç sözler buyuruyorsunuz. Halbuki bütün hadis ve tarih kitaplarımız efendimiz Ali’nin Ebu Bekir’e biat ettiğini ve icmadan yüz çevirmediğini yazmaktadır.

Davetçi: Önceki geceler onca detaylı bir şekilde arz etmiş olduğum şeyleri unutmanızla size şaşırmak gerekir. Halbuki bizzat büyük alimleriniz, hatta Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinde Hz. Ali (a.s)’ın hemen biat etmediği kaydedilmiştir.

Çoğu alimlerinizin itiraf etmiş olduğu üzere ilk gün zorla camiye götürüldüğü halde biat etmemiş, evine dönmüştür. İbrahim bin Sa’d, İbn-i Ebi’l- Hadid, Taberi ve diğer güvenilir alimleriniz ittifakla şöyle yazmışlardır: “Hz. Ali (a.s) 6 ay sonra biat etti.”‌ Yani önceki gecelerde arz ettiğim gibi Hz. Fatıma (a.s)’ın vefatından sonra (ikrahla) biat etmiştir.

Faraza ki biat etti, ama neden 6 ay direndikten sonra biat etti? Aksine Hz. Ali (a.s) bu hilafetin doğru olmadığı için onlarla tartıştı, ihticaç etti. Halbuki Hz. Ali (a.s) gibi takva abidesi bir insan haktan uzak durmaz, hakkı ertelemezdi.

Şeyh: Her halde bunun bir sebebi vardır. Kendileri ne yaptıklarını daha iyi bilirler. 1300 yıl sonra bizim büyüklerin işlerine ve ihtilaflarına karışmamızın ne anlamı var! (Mecliste bulunanların gülüşmesi.)

Davetçi: Ben bu kadar cevabınızla yetindim; çünkü sizin mantıklı bir cevabınız olmadığı için bu tür cevaplara yöneldiniz. Halbuki konu akıllı ve insaflı kimseler nezdinde hiçbir delile ihtiyaç kalmayacak şekilde apaçık ortadadır. Büyüklerin ihtilafına karışmamak konusuna gelince; eğer o işin bizimle bir ilgisi olmazsa, onların ihtilafına karışmamız doğru değildir. Ama özelikle bu konuda yanılıyorsunuz. Her akıllı Müslüman gerçek bir dine sahip olmalıdır; taklidi bir dine değil! Dinde araştırmanın yolu işte budur. Biz tarihi incelediğimizde Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra ümmetin ve büyük sahabilerin ikiye ayrıldıklarını görüyoruz. Burada haklıyı takip edebilmek için hangisinin hak üzere olduğunu araştırmak zorundayız. Körü körüne atalarımızı takip etmek ve hiçbir araştırma yapmamak asla doğru değildir.

Şeyh: Herhalde siz Ebu Bekir’in hilafetinin hak üzere olmadığını söylemek istiyorsunuz. Eğer Ebu Bekir’in hilafeti haksız ve Hz. Ali (k.v) haklı olmuş olsaydı, o halde Hz. Ali gibi cesur ve hakkın icrası için büyük bir gayret içinde olan birisi, başkaları da kendisini teşvik etmiş olduğu halde neden kıyam etmedi? Sizin dediğiniz gibi neden altı ay sonra biat etti? Hatta namazlarda hazır oluyor, gerekli zamanlarda halifelerin istişare meclislerine katılıyor ve isabetli görüşler bile veriyordu.

Peygamberlerin Ümmetleri Arasında Susmaları,İnzivaya Çekilmeleri, Kıyam Etmemeleri Veya Kaçmaları, Taraftar ve Yardımcıları Olmaması Sebebiyledir

Davetçi: Evvela; enbiya ve vasiler İlahi emirler üzere hareket ederlerdi ve kendilerinden bir iradeleri yoktu. Dolayısıyla onları; neden kıyam etmediler, sustular veya neden düşmanlar karşısında kaçtılar veya gizlendiler diye eleştirmek olmaz.

Nitekim büyük enbiya ve vasilerin tarihini inceleyecek olursanız, bu tür olaylardan çok görürsünüz, özellikle Kur’ân bunlardan bazısına da değinmiştir. Onlar, taraftarlarının olmaması sebebiyle susmuş, oturmuş, kaçmış veya saklanmışlardır.

Nitekim Kamer suresi 10. ayette, Hz. Nuh peygamberin şu sözü bildirilmektedir:

“Bunun üzerine Rabbine: ‘Ben yenik düştüm, bana yardım et!’ diyerek yalvardı.”‌

Hakeza Meryem suresi 48. ayette, Hz. İbrahim amcası Azer’den yardım dileyip olumsuz cevap alınca şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzlet ediyor (uzaklaşıyor) ve Rabbime yalvarıyorum.”‌

Hz. İbrahim amcası Azer’den yardım görmeyince uzlete çekildi; Hz. Ali (a.s) da işte bu yüzden gerekli taraftar ve yardımcı bulamadığı için bir köşeye çekildi.

Şeyh: Zannedersem bu uzletten maksat, kalbi uzlettir. Yani onlardan kalben uzaklaştı, mekan olarak değil.

Davetçi: Eğer her iki fırkanın da tefsirine bakacak olursanız, bu uzletin mekansal bir uzlet olduğunu görürsünüz, kalbi bir uzlet değil. Nitekim imam Fahr-u Razi Tefsir-i Kebir, c. 5, s. 809’da şöyle diyor: “Uzlet bir şeyden uzaklaşmak manasınadır, Hz. İbrahim’in uzleti mekan ve yol açısından onlardan uzaklaşmasıdır.”‌

Nitekim siyer alimlerinin de yazdığı gibi Hz. İbrahim Babil’den Fars dağlarına hicret etti. Yedi yıl o dağların eteğinde yaşadı. İnsanlardan uzaklaştı. Daha sonra Babil’e geri döndü, davetini açıkladı ve putları kırdı. Bunun üzerine onu yakalayıp ateşe attılar. Allah-u Teala da ateşi ona soğuk ve selamet kıldı. Böylece risalet emrini ortaya çıkardı.

Kasas suresi 21. ayette de Hz. Musa hakkında şöyle buyurulmaktadır:

“Musa korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı ‘Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar.’ dedi.”‌

Allah’ın büyük peygamberleri bile korku içinden kaçarlarken Peygamber (s.a.a)’in vasisi uzlete çekilemez mi?

Allah-u Teala, A’raf suresi 150. ayette de İsrail oğullarının Hz. Musa’nın gıyabında Samiri’nin kandırmasıyla buzağıya taptığını ve Musa’nın halifesi olan Harun’un ise sükutunu rivayet ettikten sonra şöyle buyurmaktadır:

“Kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi:) Anam oğlu bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve neredeyse beni öldüreceklerdi.”‌

Kur’ân ayetlerinin de beyan etmiş olduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.a) ve Hz. Musa’nın halifesi olan Hz. Harun tek başına olduğu ve ümmetin kendisini aşağıladığı bir sırada susarak kıyam etmemişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.a) de Hz. Ali (a.s)’ı Harun’un bir benzeri saymış ve Harun’un makamına sahip olduğunu açıkça beyan etmiştir. Hz. Ali (a.s) kendini, gerçekleşmiş bir olay karşısında tek başına bulunca Harun gibi sabr ve tahammül etmiştir.

Nitekim önceki geceler arz etmiş olduğum büyük alimlerinizin de kitaplarında yer alan rivayetler esasınca, Hz. Ali (a.s) zorla mescide götürülüp biat etmesi için üzerine kılıç çekildiğinde, Peygamber (s.a.a)’in kabrine gitmiş ve Harun’un Musa’ya söylediği şu sözü tekrarlamıştır:

“Ey Anam oğlu bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve neredeyse beni öldüreceklerdi.”‌

Yani ey Resulullah (s.a.a) gör bak bu ümmet beni yalnız bıraktı, zayıf gördüler ve beni öldürmek istiyorlar.

Peygamber (s.a.a) bile Mekke’de 13 yıl sükut etti ve sonunda da geceleyin vatanından kaçmak zorunda kaldı.

O da önceki Peygamberler gibi taraftarları ve dostları olmadığı için sabretmiş, sonra da kaçmıştır. Tahammül edilemeyen şeylerden kaçmak Peygamberlerin sünnetidir. Hatta Hz. Peygamber (s.a.a) kudret zamanında bile kavminin bütün bidatlerini ortadan kaldıramadı.

Şeyh: Hz. Peygamber (s.a.a)’in bidatleri ortadan kaldıramadığına nasıl inanılabilir?

Davetçi: Hamidi Cem’un Beyn’es- Sahihayn’de, imam Ahmed bin Hanbel ise Müsned’de, Peygamber (s.a.a)’in Ümm’ül müminin Aişe’ye şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Eğer insanlar cahiliye zamanına yakın olmasaydı ve kalben inkar edeceklerinden korkmasaydım, Kabe’yi yıkıp Hz. İbrahim zamanında olduğu gibi dışarıda kalan bölümlerini de içine alır ve evi yere oturturdum. Doğu ve batı tarafına iki kapı açardım ve temelini Hz. İbrahim’in bina etmiş olduğu temel üzere kurardım.”‌

Beyler biraz insaflı olun, Peygamber (s.a.a) gibi o büyük makama sahip İlahi bir insan bile sahabesi arasında şirk ve küfrün eserlerini yok etme noktasında ihtiyatlı davranıyorsa (kendi alimlerinizin yazmış olduğuna göre) ve İbrahim’in binasında yapılan bidatleri değiştirip asıl şekline döndüremiyorsa, inatçı ve bağnaz ve hasetçi bir kavim karşısında Hz. Ali (a.s) gibi birisinin ihtiyat etmesi normal bir şeydir. Zira onlar fırsat kolluyor, dine büyük bir darbe vurmak istiyorlardı.

Nitekim Vasıti, İbn-i Meğazili ve Hatib-i Harezmi, kendi Menakıp’larında Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’ye şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Ümmet sana karşı kinlidir, benden sonra sana hile yapacak, içlerinde olanı açığa vuracaktır; Allah-u Teala’nın sana mükafat vermesi için sabretmeni vasiyet ediyorum .”‌

Hz. Ali’nin Peygamber (s.a.a)’in Vefatından Sonra Muhalifleriyle Savaşmamasının Nedeni ve Allah İçin Susup Sabretmesi

Hz. Ali (a.s) hayatında asla kendini görmeyen yegane kahramandı. O sadece Allah’ı görüyordu, bütün varlığı Allah’ta fenaya ermişti. Kendini, yakınlarını, imameti, hilafeti ve riyaseti, sadece Allah-u Teala için istiyordu, düşmanları karşısında hakkını elde etmek için kıyam etmemesi de Allah-u Teala içindi. O, insanların tefrikaya düşüp cahiliyeye dönmesinden korkuyordu.

Nitekim Hz. Fatıma (a.s) hakkı gasp edildikten sonra ümitsizce evine dönüp Hz. Ali’ye şöyle arz ettiğinde:

“Anne karnındaki çocuk gibi evine kapanmışsın, itham edilmiş bir sanık gibi evine gizlenmişsin, atmacaların kanadını kırdıktan sonra şimdi zayıf kuşların kanadında aciz kalmışsın, onlara gücün yetmiyor. Halbuki Ebubekir zorla babamın evlatlarına bıraktığı maişeti kesiyor, bana karşı açıkça düşmanlık yapıyor ve benimle mücadele ediyor.”‌

Hz. Ali (a.s) bu çok uzun konuşmayı dikkatlice dinledi ve susunca da verdiği kısa bir cevapla onu ikna etti. Bu cümleden şöyle buyurdu:

“Ey Fatıma, ben din ve hakkı alma hususunda mümkün olduğu kadar gayret ettim. Sen bu dinin baki kalmasını ve babanın adının ebediyen minarelerden yükselmesini istiyor musun?”‌

Fatıma (a.s): “Bu benim en büyük arzumdur.”‌ dedi.

Hz. Ali (a.s): “O halde sabretmen gerekir. Baban Hatem’ul- Enbiya bana vasiyetler etmiştir. Sabretmem gerektiğini biliyorum. Yoksa düşmanları zelil edecek ve hakkını onlardan alacak güce sahibim. Ama bil ki o zaman din ortadan kalkar; o halde Allah ve din için sabret. Zira ahiret senin için gasp edilen hakkından daha iyidir.”‌

Bu yüzden Hz. Ali (a.s), fitne fesat çıkmasın diye sabrederek İslâm’ı korumaya çalıştı. Nitekim kendi hutbe ve beyanlarında da buna defalarca işaret etmiştir.

Hz. Ali’nin, Susup Kıyam Etmemesinin Nedeni Hakkındaki Sözleri

Güvenilir alimlerinizden İbrahim bin Muhammed Sakafi, İbn-i Ebi’l- Hadid, (Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde) ve Ali bin Muhammed Hemedani şöyle rivayet etmekteler: “Talha ve Zübeyr biatlerini bozup Basra’ya doğru gidince, Hz. Ali (a.s) halka camide toplanmalarını emretti. Camide okuduğu hutbesinde Allah-u Teala’ya hamd-ü sena ettikten sonra şöyle buyurdular:

“Allah-u Teala Peygamber’ini aramızdan aldıktan sonra; “Biz Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti, yakınları, varisi, itreti ve dostlarıyız; O’nun rütbe ve makamına en layık olanlarız; Onun hakkı ve hakimiyeti hususunda ihtilaf etmeyiz”‌ dedik. Ama bir grup münafık el-ele vererek hilafeti bizden aldılar, birbirine havale ettiler. Allah’a and olsun bu işten dolayı hepimizin gözleri ve kalpleri ağladı, göğsümüz kinle doldu. Allah’a and olsun ki, küfre döneceklerinden ve fitneye düşeceklerinden korkmasaydım, hilafeti değiştirirdim. Müslümanlar bana biat edinceye kadar onlar hilafetle meşgul oldular. Talha ve Zübeyr o gün bana ilk biat edenlerdendi. Onlar Müslümanlar arasında fitne ve iç savaş çıkarmak için Basra’ya doğru yola düştüler.”‌

Hakeza İbn-i Ebi’l- Hadid ve büyük alimlerinizden Kelbi, Hz. Ali (a.s)’ın Basra’ya doğru hareket ederken halka şöyle hitap ettiğini rivayet etmekteler:

“Peygamber (s.a.a) vefat ettikten sonra Kureyş aleyhimize birleşerek, tüm insanlardan daha layık olduğumuz o hakkı bizden aldılar. Ben Müslümanların tefrikaya düşmesinden korkarak sabretmenin daha iyi olduğunu gördüm. Zira eğer sabretmeseydim Müslümanlar arasında ihtilaf çıkar, kanlar dökülürdü. Çünkü Müslümanlar daha yeni İslâm’a girmişlerdi.”‌

O halde Hz. Ali (a.s)’ın Ebu Bekir’in hilafetine karşı susması hoşnutluğundan değildi. Zira Hz. Ali (a.s) bir yandan fitne ve kan dökülmesinden ve bir taraftan da dinin ortadan kalkıp küfrün galebesi ve irtidatlardan korkuyordu.

Nitekim altı aylık bir zaman zarfında susmuş, tartışmış, herkes O’nun hilafete karşı olduğunu anlamış ve alimlerinizin yazdığı üzere dinin korunması için biat etmiştir. Onlara, hilafetten hoşnut olduğundan değil, hakikatte İslâm’a yararı olduğundan dolayı yardımda bulunmuştur.

Nitekim Malik Eşter vesilesiyle Mısır halkına yazdığı mektupta bunu ifade etmiş, hem sükutunun ve hem de biatinin bizzat din için olduğunu açıkça beyan etmiştir. İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4, s. 164’de bu mektubu şu şekilde rivayet etmiştir:

“Allah-u Teala, Muhammed’i alemler için korkutucu, Resulleri için de şahit olarak gönderdi. O göçtükten sonra Müslümanlar, hilafet hususunda çekişmeye başladılar. Allah-u Teala’ya and olsun, Peygamber (s.a.a)’den sonra bu işi Ehl-î Beyti’nden alacaklarını, bana engel olacaklarını aklıma bile getirmedim. Baktım, bir de ne göreyim! İnsanlar filana biat ediyor! İnsanların dinden döndüklerini, halkı Muhammed’in dinini iptal etmeye çağırdıklarını görünceye dek elimi tuttum, sabrettim. Fakat bu olaylar olurken, İslâm’a yardım etmezsem, onda bir gedik açılmasından veya yıkılmasından korktum. Çünkü bu musibet, benim için az bir zaman sürecek, sonra serap gibi yitecek, bulut gibi dağılıp gidecek olan hilafetten, size emir olmaktan daha büyüktü. Hemen işe koyuldum, batıl yok olup gidinceye, din bütünüyle istikrara kavuşuncaya kadar mücadele ettim.”‌

Hakeza İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi, c. 2, s. 35’de, İbrahim bin Saat bin Hilal-i Sakafi’den, o da kendi ricalinden, o da Abdurrahman bin Cündeb’den, o da babasından şöyle rivayet ediyor: “Mısır düşmanlar tarafından fethedilip Muhammed bin Ebi Bekir şahadete eriştikten sonra Hz. Ali (a.s) uzun bir hutbe irad etti. (Mısır ehline yazdığı mektuptaki cümleleri aynen ifade etmiş ve Peygamber (s.a.a)’den sonra Müslümanların durumu hakkındaki hoşnutsuzluğunu dile getirmiştir.) O hutbenin zımnında şöyle buyurdu:

“Adamın biri şöyle dedi: “Ey İbn-i Ebi Talib, sen bu hilafet işine çok hırslısın!”‌ Ben de cevaben dedim ki: “Siz benden daha hırslı ve o makamdan daha uzaksınız. Hangimiz bu konuda daha hırslıyız? Allah-u Teala ve Resulü’nün bizlere karar kıldığı mirası ve hakkı isteyen ben mi, yoksa benim hakkımı elimden alan, benle hakkım arasında engel olan sizler mi?”‌ Bunun üzerine o adam şaşırıp cevap vermekten aciz kaldı. Şüphesiz Allah-u Teala zalimler kavmini hidayete eriştirmez.”‌

Bu sözlerden ve vakit olmadığı için aktaramadığım diğer beyanlardan da anlaşıldığı üzere, Hz. Ali (a.s)’ın susup kıyam etmemesinin ve (alimlerinizin görüşüne göre) 6 aydan sonra biat etmesinin asıl nedeni, dinin yok olmasını ve Müslümanlar arasında fitne ve tefrikanın çıkmasını önlemekti. Bu O’nun hilafetten hoşnut olduğu anlamında değildir. Zira o gün Hz. Ali (a.s) kıyam etmiş olsaydı, defalarca kendisini kıyama teşvik edenler etrafında toplanır ve böylece bir iç savaş başlardı. Peygamber (s.a.a) dünyadan yeni gittiği, Müslümanlar cahiliye dönemine yakın olduğu ve henüz iman da kalplerine yerleşmediği için yabancılar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Müşrikler ve hepsinden de önemlisi münafıklar bir bahane bularak İslam dinin, izzet ve esaslarını tehlikeye düşürebilirlerdi.

Hz. Ali (a.s), gerçekleri bilen biri olduğundan ve Peygamber (s.a.a)’in haber verdiği üzere, dinin esasının tamamiyle ortadan kalkmayacağını bildiğinden... dinin maslahatı için sabretmeyi kıyam etmekten daha uygun gördü. Zira kıyam edecek olsaydı, Müslümanlar arasında fitne çıkacak, düşmanlara fırsat verecek ve din tehlikeye maruz kalacaktı. Gerçi Peygamber (s.a.a) dinin bekasını haber vermişti. Ama Müslümanlar zelil bir duruma düşecek ve bir müddet İslam dini gerileyecekti.

Ama kendi hakkının ispatı için 6 ay sabretti. Birçok toplantılarda münazara ve tartışmalarla hakkı aşikar etti. Önceki geceler söylediğim gibi biat etmedi. Ama kıyam da etmedi. Tartışmalarda hakkı ispat etmeye çalıştı. Nitekim Şıkşıkıye hutbesinde bu manaya işaret ederek şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala’ya and olsun ki, Ebi Kuhafe oğlu, yerimin hilafete nispet değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi. Oysa sel (ilim ve hikmet) benden akar ve hiçbir kuş (ilim ve bilgi fezasında) benim uçtuğum yerlere uçamazdı. Ben böyle olmama rağmen hilafetle arama bir perde çektim, onu koltuğumdan silkip attım. Başladım düşünmeye; kesilmiş el ile (yar-u yaver olmaksızın) saldırıya mı geçeyim, yoksa kapkaranlık körlüğe (halkın sapmasına) sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık körlük ki bu büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte zahmetten zahmete düşer. Gördüm ki sabretmek daha gerekli; gözümde diken, boğazımda kemik olarcasına sabrettim. Mirasımın yağmalandığını görüyordum. Nihayet birincisi (Ebu Bekir) yolunu tamamlayıp hilafeti kendinden sonrakinin ( Ömer İbn-i Hattab’ın) kucağına attı...”‌

Bu hutbe baştan sona kadar Hz. Ali (a.s)’ın iç dünyasındaki dertleri yansıtmaktadır.

Şıkşıkıyye Hutbesine Yönelik Eleştiri ve Yanıtı

Şeyh: Evvela; bu hutbede onun iç dertlerini gösteren bir delil yoktur. Ayrıca bu hutbe Hz. Ali’ye ait değildir. Seyyid Rezi’nin kendi ifadeleri olup Hz. Ali’nin hutbelerine eklenmiştir. Hz. Ali (k.v) halifelerin hilafetinden şikayetçi değildi. Onlardan tümüyle hoşnuttu, onların yaptığına da razıydı!

Davetçi: Bu beyanınız aşırı bağnazlığınızı göstermektedir. Zira Hz. Ali (a.s)’ın hilafet konusundaki şikayetlerini önceden arz ettim. Hz. Ali (a.s)’ın yürek acısı, bu hutbeyle sınırlı değildir ki kusur bulasınız. Bu hutbeyi Seyyid Rezi’ye isnat etmeniz ise inadınızı, itidalden çıktığınızı ve bağnaz seleflerinize taklit ettiğinizi ortaya koyuyor.

Dikkatlice okumuyorsunuz, dikkatlice okuyacak olursanız bu hutbenin Hz. Ali’ye ait olduğunu anlarsınız. Büyük alimlerinizden İzzuddin Abdulhamid bin Ebi’l- Hadid, Şeyh Muhammed Abduh, Şeyh Muhammed Hızri, (Muhazarat-u Tarih’il İslâmiyye s. 127’de) bu hutbenin Hz. Ali (a.s)’a ait olduğunu itiraf ederek onu şerh etmişlerdir.

Son zamanda bazı bağnazlar, inat üzere şek ve şüphe çıkarmaya çalışmışlardır. Sünni ve Şii 40’dan fazla Nehc’ul- Belağa’yı şerh eden alimlerden hiçbirisi, böyle bir şey söylememişlerdir.

Seyyid Rezi’nin Durumuna İşaret

Ayrıca, büyük takva sahibi Seyyid Rezi böyle bir şeyi Hz. Ali (a.s)’a isnat etmekten münezzehtir. Nehc’ul- Belağa’nın hutbelerini dikkatlice okuyanlar ondaki fesahat, belâgat, lafız çekiciliği mana yüceliği, ilmi ve felsefi hazineleri anlamıştır. Sadece Seyyid Rezi değil, hiç kimse gayb alemine bağlanmadan böylesine kelimler sergileyemez.

Nitekim büyük alimlerinizden İbn-i Ebi’l- Hadid ve Şeyh Muhammed Abduh bu hutbedeki elfaz çekiciliği, mana güzelliği ve üslûp sebebiyle bu hutbenin kesin Hz. Ali’ye ait olduğunu itiraf etmiş ve bu hutbede kullanılan kelimelerin, Allah’ın kelamının altında, ama insanların kelamının üstünde olduğunu vurgulamışlardır.

Ayrıca Seyyid Rezi’nin nesir veya şiirleri, Şii ve Sünni kaynaklarda detaylıca yer almıştır. Bunları karşılaştırınca aralarında büyük bir farkın olduğu görünmektedir.

Nerede toprağın temiz alemle arkadaşlığı.

Nerede zerrenin güneşle beraberliği?

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid, Musaddık bin Şebib’den, o da İbn-i Haşşab’tan şöyle rivayet etmektedir: “Sadece Seyyid Rezi değil, hiç kimse bu üslup ve güzel tarzla öylesine kelimeleri ifade edemez. Rezi’nin kelimeleri, bu hutbelerin kelimelerinden çok uzak ve farklıdır. Mukayese bile edilemez.”‌

Şıkşıkıyye Hutbesi, Seyyid Rezi’nin Doğumundan Önce Kitaplarda Yazılıydı

İlmi kaideler ve akli ölçülerden de öte, Şii ve Sünni tarihçiler ve hadisçilerin çoğu, Seyyid Rezi ve merhum babası Ebu Ahmed Nakıb’ut- Talibiyyin daha doğmadan önce bu hutbeyi rivayet etmişlerdir.

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde şöyle diyor: “Bu hutbeyi Mutezile imamı olan yani daha Seyyid Rezi doğmadan, Abbasi Halifesi Muktedir Billah zamanında yaşayan üstadım Ebu’l- Kasım Belhi’nin kitaplarında çok gördüm.

Hakeza Ebu’l- Kasım Belhi’nin öğrencisi olan ve Seyyid Rezi’nin doğumundan önce vefat eden meşhur mütekellim Ebu Cafer bin Kubbe’nin Kitab’ul- İnsaf’’ında da gördüm.”‌

Hakeza İbn-i Haşşab diye bilinen Şeyh Ebi Abdillah bin Ahmed’den şöyle rivayet etmektedir: “Bu hutbeyi Seyyid Rezi’den iki yüzyıl önce yazılmış kitaplarda da gördüm. Hatta bazı edebiyatçılar bu hutbeyi, daha Seyyid Rezi’nin babası doğmadığı bir tarihte kaleme almışlardır.”‌

Kemaluddin Meysem bin Ali bin Meysem Behrani Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde şöyle diyor: “Bu hutbeyi iki yerde gördüm, birincisi Seyyid Rezi’nin doğumundan 60 yıl önce, Vezir bin Fırat’ın hattıyla yazılmıştı. İkincisi Seyyid Rezi’nin doğumundan önce vefat eden Ebu’l- Kasım Ka’bi’nin öğrencisi Ebu Cafer bin Kubbe’nin Kitab’ul- İnsaf’ında gördüm.”‌

O halde bu deliller ışığında, bu hutbeyi reddeden bazı çağdaş alimlerinin ne kadar bağnaz ve inatçı oldukları ortaya çıkmaktadır.

Ayrıca bu hutbeyle ilgili görüşleriniz, önceki gecelerde rivayet ettiğim, kendi muteber kitaplarınızda da yer alan Hz. Ali (a.s)’ın yürek acısını ifade eden diğer hutbe ve sözleri olmadığı takdirde dikkat çekebilirdi. Halbuki İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 2, s. 561’de Hz. Ali (a.s)’ın hutbesini detaylı olarak şöyle rivayet etmektedir:

“Resulullah (s.a.a), başı göğsümde olduğu halde vefat etti. Ağzının kanı elime akmıştı da onu yüzüme sürmüştüm. Melekler, O’nu yıkarken bana yardım ediyordu. Evin altı üstü feryat ediyordu. Bir grup melek iniyor, bir grup da göğe çıkıyordu. O’nu yatacağı yere koyuncaya kadar, meleklerin selam ve dua sesleri, feryat ve figanları kulağımda çınlıyordu. Ölüyken de diriyken de O’na benden daha yakın, bu işe benden daha layık kim var! Kafanızı çalıştırın, düşmanınızla savaşma niyetinizde sadık olun. Kendisinden başka ilah olmayan Allah-u Teala’ya and olsun ki, ben dosdoğru hak yoldayım; onlar, ayakları kaydıran batıl yoldalar.”‌

Bütün bunlara rağmen Hz. Ali’nin, muhaliflerini hak kabul ettiğini, onlara darılmadığını ve razı olduğunu mu beyan ediyorsunuz? Değerli Şeyh, hak ve apaçık gerçekler bu tür sözlerle örtülemez. Lütfen Tövbe suresi 32. ayeti dikkatlice okuyun. Allah Teala buyuruyor ki:

“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemese de Allah kendi nurunu tamamlamaktan vazgeçmez.”‌

Bu takdirde, hakkın yok olmayacağını siz de tasdik edeceksiniz.

Allah’ın yaktığı bir meşaleyi,

Cahil üfürürse sakalı yanar.

Şeyh: Vakit çok geç oldu, siz de yoruldunuz, yorgunlukla konuştuğunuz malumdur. Oturumu burada sona erdirelim, diğer açıklamalarınız Allah’ın izniyle yarın akşama kalsın.


[25] - Necm/3-4.

PEŞAVER GECELERİ: Hz. Ali (a.s) Ka’be’de Doğmuştur

PEŞAVER GECELERİ:Mut’anın Helal Olduğuna Dair Deliller

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)