PEŞAVER GECELERİ: Hz. Ali (a.s) Ka’be’de Doğmuştur
DOKUZUNCU OTURUM
Hz. Ali (a.s)’ın diğer seçkin bir özelliği de doğduğu mekandır. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar hiçbir peygamber ve vasileri bu büyük özelliğe sahip olamamıştır.
Hz. Ali (a.s) soy açısından ve yaratılışındaki nuraniyet açısından seçkin olduğu gibi, doğduğu yer açısından da seçkindir; O bu konuda da tektir. Hz. Ali (a.s) Ka’be’de doğmuştur.
İsa bin Meryem doğumu esnasında gaybi bir ses Meryem’i camiden dışarı çıkardı. Bu ses şöyle diyordu: “Evden (Beyt’ul- Mukaddes’den) dışarı çık, bu ev ibadet yeridir, doğum yeri değil.”
Ama Hz. Ali (a.s)’ın doğumu yaklaştığında annesi Esed kızı Fatıma Ka’beye çağrılmıştır. Hem de tesadüfen camide olan ve bir anda doğum yapan bir kadın gibi değil, resmen onu Ka’be’nin içine götürdüler. Ama bazı cahil kimseler, Fatıma’nın camide olduğunu, aniden sancılandığını ve çıkamadığı için orada doğum yaptığını zannediyorlar.
Halbuki öyle değildir. Esed kızı Fatıma doğum yapacağı ay, Mescid’ul- Haram’a gitmiş orada sancılanmış ve Kabe’nin etrafında Allah-u Teala’ya doğumu kolay olması için dua etmiştir. Aniden Kabe’nin duvarı (o zamanlar Mescid’ul- Haram’ın ortasındaydı yer düzeyinde olan kapısı her zaman kapalıydı, sadece özel mevsimlerde açılıyordu.) yarıldı veya kapalı kapısı açıldı (rivayetlerde her ikisi geçmektedir) bir ses duyuldu; “Ey Fatıma Kabe’ye gir!” Etrafta olan halkın gözleri önünde Fatıma Kabe’ye girdi, kapı veya duvar ilk haline döndü, herkes şaşırdı, orada hazır bulunan Abbas olayı görünce hemen Ebu Talib’e haber verdi. Kabe’nin anahtarı yanında bulunan Ebu Talib (r.a), hemen geldi ve ne yaptılarsa da bir türlü kapıyı açamadılar.
Fatıma tam üç gün, zahiren hiçbir yemek ve bakıcı olmaksızın Kabe’de kaldı. Bütün Mekke’de o konuşuluyordu. Üçüncü gün girdiği yerden geri çıktı. Halk Fatıma’nın kucağında nur topu gibi bir çocuğu olduğunu gördüler.
Esedullah vücuda geldi,
Perdenin arkasında var olan geldi.
Hz. Ali (a.s) işte böylece Kabe’de doğma şerafetine sahip oldu; hem de annesi özel bir davetle davet edilmişti. Bu olay Şii ve Sünni her iki tarafın da ittifak etmiş olduğu bir konudur. Hiç kimse böyle bir üstünlüğe sahip olamamıştır. Nitekim Hakim Müstedrek’de ve İbn-i Sabbağ Maliki Fusul’ul- Muhimme 1. fasıl s. 14’de şöyle diyorlar: “Hz. Ali’den önce hiç kimse Kabe’de doğmamıştır. Allah-u Teala O’nu yüceltmek, mertebesini yükseltmek ve ikram olsun diye sadece O’na bu şerafeti vermiştir.
Bu konuda Hz. Ali (a.s)’ın şerafetini artıran diğer bir özellik de, adının gayb aleminden seçilmesidir.
Şeyh: İlginç şeyler beyan ediyorsunuz. Ebu Talib, Peygamber miydi ki ona; “Çocuğunun adını Ali koy” diye vahiy olsun. Bu Şiilerin O’na karşı sevgisinden uydurdukları bir şeydir. Yoksa bunun başka bir yolu yoktur. Anne babası kendi özgür iradeleriyle adını “Ali” koymuştur, unun gayb alemiyle bir irtibatı yoktur.
Davetçi: Benim sözümde sizi şaşırtacak hiçbir garip yön yoktur; zira bütün semavi kitaplarda “Muhammed” ve “Ali” (aleyhumes selam)’ın adı, Peygamber ve İmam olarak zikredilmiştir. “Muhammed” ve “Ali” ismini, Allah-u Teala yaratılıştan binlerce yıl önce seçmiştir. Bütün göklerde, cennet kapılarında ve arşta kaydedilmiştir. Bunun Ebu Talib (r.a)’in zamanına mahsus olması söz konusu değildir.
Şeyh: Sizin bu sözünüz guluv (aşırılık) değil midir? Siz Hz. Ali’yi (k.v) yaratılıştan önce melekut aleminde Peygamber (s.a.a) ile birlikte zikretmekle aşırı gidiyorsunuz. Halbuki Peygamber (s.a.a)’in adı da varlığı gibi her şeyden üstündür ve eşi yoktur. Alimlerinizin bu fetvası yüzünden ezanda da Peygamber’in adının hemen ardından Ali’nin adı zikredilmektedir.
Davetçi: (Gülerek) Beyler bu sözlerimin guluvla ilgisi yok. O’nun adını melekut alemine ben yazdırmadım, bana isnat etmeyin, Allah-u Teala O’nun adını Peygamber (s.a.a)’in adıyla birlikte kaydetmiştir. Nitekim kendi muteber kitaplarınızda bu konuda birçok hadis vardır.
Şeyh: Siz daha da guluv ederek Ali (a.s)’ın adını Allah’ın adıyla zikrettiniz, lütfen sözünü ettiğiniz rivayetlerden örnek veriniz.
Arş-ı A’lada, Allah ve Peygamber’in Adlarının Ardından Ali’nin Adı Yazılmıştır
Davetçi: Taberi Tefsir-i Kebir’de, İbn-i Asakir Tarih’te, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’in 62. Babında, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya’da, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde s. 238’de (56. babın zımnında 52. hadis) Taberi’den naklen müsned olarak farklı tabirlerle Ebu Hureyre’nin Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu kaydetmişlerdir:
“Arşın sütununa; “La ilahe illallah vahdehu lâ şerike leh ve Muhammed’un Abdî ve rasulî, eyyettuhu bi-Ali’yyibn-i Ebi Talib” yazılmıştır.” [15]
Celaluddin Suyuti Hesais’ul- Kubra c. 1, s. 10’da ve Dürr’ul- Mensur İsra suresinin başında İbn-i Adiy ve İbn-i Asakir’den naklen Enes bin Malik’den Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu kaydetmişlerdir: “Mirac gecesi arşın sütununda şöyle yazıldığını gördüm: “La ilahe illallah Muhammed’un Rasulullah, eyyedtuhu bi-Aliyyin” [16]
Yenabi’ul- Mevedde s. 207’de, Zehair’ul- Ukba’dan naklen Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
“Mirac gecesi yüksek melekut alemine varınca, arşın sağ sütununa baktım, orada şöyle yazılıydı: “Muhammed Allah’ın Resulüdür, onu Ali ile teyit ve O’na Ali ile yardım ettim.”
Yenabi’ul- Mevedde s. 234 (19. hadis)’de İmam’ul- Harem’in Kitab’us- Seb’in kitabından naklen (o da İbn-i Meğazili’nin Menakıb’inden naklen), Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurbanın 6. Mevedde’sinde (iki hadis), Hatip Harezmi Menakıb’da, İbn-i Şirveyh Firdevs’de, İbn-i Meğazili Menakıb’da, Cabir bin Abdullah’ın Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu kaydetmişlerdir:
“Cennetin kapısında şöyle yazılmıştır: La ilahe illallah, Muhammed’un Resulullah, Aliyyun veliyyullah, ehu Resulullah kable en yahluke’s- Semavati ve’l- arzi bi-elfey amin” [17]
Şimdi aklıma başka bir güzel hadis geldi; Mir Seyyid Ali Meveddet’ul- Kurba’nın 8. Mevedde’sinde Peygamber (s.a.a)’in Ali (a.s)’a şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
“Dört yerde senin adını da kendi adımın yanında gördüm:
1- Miraç gecesi, Beyt’ul- Mukaddes’e varınca orada şöyle yazıldığını gördüm: “La ilahe illâllah Muhammed Resulullah (s.a.a) eyyedtuhu bi-Aliyyin vezirihi.” [18]
2- Sidret’ul- Müntaha’ya varınca da orada şöyle kaydedildiğini gördüm: “İnni enellah la ilahe illa ene vahdi ve Muhammed’un safveti min halki eyyedtuhu bi-Aliyyin vezirihi ve nesartuhu bihi.” [19]
3- Rabb’ul- aleminin arşına varınca sütunlarına şöyle yazıldığını gördüm: “İnni enellah, la ilahe illa ene, Muhammed’un habibi min halki, eyyedtuhu bi-Aliyyin vezirihi ve nesartuhu bihi.” [20]
4- Cennete varınca cennetin kapısında da şöyle yazıldığını gördüm: “İnni enellah, la ilahe illa ene, Muhammed’un habibi min halki, eyyedtuhu bi-Aliyyin vezirihi ve nesartuhu bihi.” [21]
İmam Salebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 23. babında (Ebu Naim İsfahani’den naklen), Muhammed bin Cerir Tefsir’inde, İbn-i Asakir kendi Tarih’inde İbn-i Abbas ve Ebu Hureyre’den naklen “O seni yardımıyla destekleyecektir...”[22] ayetinin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu rivayet ederek Resulullah (s.a.a)’in de şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:
“Arşa şöyle yazıldığını gördüm: “La ilahe illallah vahdehu la şerike leh Muhammed’un abdi ve resulî, eyyettuhu ve nesartuhu bi-Ali’yyibn-i Ebi Talib.” [23]
Ayrıca Şifa ve Menakıb kitaplarında bu tür başka hadisler de rivayet edilmektedir. Böylece bilin ki “Muhammed” ve “Ali” isimlerinin onlara verilmesi, bizimle bir ilgisi yoktur; O’nların isimleri bizzat Allah-u Teala tarafından seçilmiştir.
Sa’lebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 24. babında (İbn-i Meğazili’den naklen); “Adem Rabbinden bir takım kelimeler aldı da tövbe etti. Şüphesiz Allah tövbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.”[24] ayetinin tefsirinde Said bin Cubeyr ve İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet etmekteler: Peygamber (s.a.a)’e; “Adem’in aldığı ve tövbesinin kabulüne neden olan kelimeler nelerdi? diye sorduklarında şöyle buyurdular:
“Allah’tan Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in hakkı için bağışlanmasını istedi, Allah-u Teala da tövbesini kabul edip onu bağışladı.”
Zannedersem Şia alimlerinin nezdinde mütevatir olan, kendi büyük alimlerinizin kitaplarında da yer alan bunca hadis, birinci sorunuz için yeterlidir.
Ama Ebu Talib (r.a)’in peygamberliği ve vahyin ona nüzulü konusunda da yine yanlış düşünüyorsunuz. Zira bildiğiniz gibi vahiy ve ilham için bir takım derece ve mertebeler vardır, şimdi onları beyan edecek imkanımız yoktur. Ayrıca bu mertebeler nübüvvet makamına özgü bir şey de değildir. Lügat açısından vahiy, bir ferdin diğerlerinden gizlice ve hızlıca özel bir şekilde bilinçlenmesi olayıdır. Birçok insan ve hayvan vahiy ve içgüdüsel ilhamlara mazhar olmuştur. Örneğin bal arısı, Musa’nın annesi ve diğerleri.
Bal arısı peygamber olmadığı halde Allah-u Teala ona vahy etmiştir. Nitekim Nahl suresi 68. ayette şöyle buyurmaktadır:
“Rabbin balarısına: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendilerine evler edin” diye vahy etti...”
Hakeza Hz. Musa’nın annesi hakkında da peygamber olmadığı halde Kasas suresi 7. ayette şöyle buyuruyor:
“Musa’nın anasına: “Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma; çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız” diye vahiy ettik.”
Ayrıca Allah-u Teala’nın insana yol göstericiliği de sadece vahiy yoluyla değildir; bazen bir sesle de kullarına yol göstermektedir. Nitekim bu iş defalarca tekrarlanmış ve Kur’ân’da da yer almıştır. Örneğin: Meryem suresi 24. ayette ise şöyle buyurmaktadır:
“Aşağısından (bir ses) ona şöyle seslendi: “Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirdi...”
O halde Allah-u Teala bazen vahiy ve bazen de bir sesle, peygamber olmadığı halde insana ve hatta hayvanlara yol göstermektedir. İşte bu esas üzere Ebu Talib’e de çocuğunun adının konulmasında kılavuzluk etmiştir. Buna rağmen hiç kimse Ebu Talib (r.a)’in peygamber olduğunu söylememiş, vahye muhatap olduğunu da iddia etmemiştir. Semavi bir ses veya yeni doğan çocuğunun isminin yazıldığı bir levha nüzulü sayesinde kılavuzluk edilmiştir. Nitekim kendi büyük alimleriniz de muteber kitaplarında bunu zikretmişlerdir.
Şeyh: Nerede bizim alimlerimiz böyle bir şeyi yazmıştır?
Hz. Ali’nin İsminin Konulması İçin Levhanın Nüzulü
Davetçi: Birçok kitaplarınızda mevcuttur. Şu anda aklımda kaldığı kadarıyla Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’nın 8. Mevedde’sinde (Abbas bin Abdulmuttalib’ten naklen), Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 56. Babında, Muhammed bin Yusuf da Kifayet’ut Talib’de az bir farklılıkla şöyle rivayet etmişlerdir: “Ali doğunca annesi, babasının adı olan “Esed” adını ona verdi. Ebu Talib bu isme razı olmadığından dolayı şöyle dedi: “Ey Fatıma, bugün Ebu Kubays dağına ( bazılarına göre ise Mescid’ul- Haram’a) gidelim. Allah’dan bu çocuk için bir isim dileyelim.” Birlikte akşam olunca Ebu Kubays dağına (veya Mescid’ul- Haram’a) gidip dua ettiler. Ebu Talib (r.a), duasını bir şiir şeklinde şöyle beyan etti:
Ya Rabbi, ey karanlık gecenin sahibi!
Ve aydınlatan ayın Rabbi!
Gizli emrini bize beyan et.
Bu bebeğin ismini ne koyalım?
O anda gökten bir ses geldi, Ebu Talib başını kaldırdığında üzerinde dört satır yazılı yeşil bir levhayı gördü, hemen onu aldı, göğsüne dayadı. Üzerinde şu şiir yazılıydı:
Sizlere temiz bir çocuk verdik;
O pâk, seçilmiş ve hoşnut olduğun biridir.
İsmi Allah-u Teala tarafından Ali’dir;
Ki Aliyy’ul A’la’dan türemiştir.
Genci Şafii ise Kifayet’ut Talib’de bir sesin geldiğini ve Ebu Talib’e cevap olarak şöyle denildiğini yazmaktadır:
Ey Peygamber’in Ehl-i Beyti!
Sizlere temiz bir evlat verdim.
Onun adı, Ali’dir;
Aliyy’ul- A’la’dan türemiştir.
Bunun üzerine Ebu Talib çok sevindi ve Allah-u Teala için secdeye kapandı. Hemen on deve kurban kesti ve o levhayı Mescid’ul- Haram’a astı, Haşim oğulları Kureyş’e karşı o levhalarla övünüyordu. O levhalar Haccac’ın Abdullah bin Zübeyr’le yaptığı savaşa kadar orada duruyordu, sonra kayboldu.”
Bu rivayet de Ebu Talib (r.a)’in muvahhid olduğunun bir delilidir. Zira Allah’tan bir isim istiyor, Allah-u Teala’dan bir lütuf görünce de hemen secdeye kapanıyor. Acaba bir nimete erişince şükür secdesine kapanan birisi müşrik olabilir mi? Cahilce bağnazlık ve inattan Allah’a sığınırım.
Ali (a.s)’ın Adı Ezan ve İkamenin Bir Parçası Değildir
Sizin; “Alimlerinizin bu fetvası yüzünden ezanda da Peygamber’in adının hemen ardından Ali’nin adı zikredilmektedir.” sözünüze gelince; kesinlikle kasıtlı olarak yanlışlık yapıyorsunuz. Hz. Ali (a.s)’ın adının ezan ve ikamenin bir parçası olduğuna dair, örnek için müçtehitlerimizin bir fetvasını gösterseydiniz çok iyi olurdu. Halbuki bütün Şia alimleri kendi istidlal ve ilmihal kitaplarında Hz. Ali (a.s)’ın velayet şahadetinin ezanın bir cüz’ü olmadığını beyan etmişlerdir. Ezan ve ikamede, Hz. Ali’nin adının onların bir cüz’ü olarak söylemek haramdır. Eğer niyet esnasında tümünü Hz. Ali (a.s)’ın adıyla birlikte kastederse hem haram işlemiş, hem de ameli batıldır. Ama teberrük maksadıyla ve Peygamber (s.a.a)’in adından sonra bir cüz’ü olmadığı bilinciyle söylerse sakıncası yoktur, güzeldir de. Zira Allah-u Teala da önceden zikrettiğim gibi Peygamber (s.a.a)’in adını andığı her yerde Ali (a.s)’ın adını da anmaktadır. Dolayısıyla siz beyler, boş yere ortalığı velveleye veriyorsunuz.
Artık asıl konumuza dönelim. Siz beyler dikkatle bakacak olursanız açıkça görürsünüz ki sahabeden hiçbirisi soy ve ırk açısından Hz. Ali (a.s) ile aynı makamda değildir.
Hz. Ali’nin Züht ve Takvası
Ayrıca takva ve züht açısından da hiç kimse Hz. Ali’ye erişemez. Zira ümmetin de icma etmiş olduğu üzere Peygamber (s.a.a)’den sonra, O’ndan daha takvalı ve zahit bir kimse görülmemiştir. İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde ve Muhammed bin Talha da Metalib’us- Süul’de zamanın en büyük zahitlerinden olan Ömer bin Abdulaziz’den şöyle rivayet etmektedir: “Bu ümmetten Peygamber (s.a.a)’den sonra, Ali’den daha zahit ve takvalı bir kimseyi tanımıyoruz.”
Molla Ali Kuşçu bütün bağnazlığına rağmen birçok yerde şöyle demektedir: “Akıllı insanların aklı, Ali (a.s) hakkında şaşkınlığa düşmektedir. Zira O, gelmiş ve geçmişlerin üzerine kalem çekmiştir.” Şerh-i Tecrit’te ise şöyle diyor: “Ali’nin hallerini ve yaşam tarzını duymak, insanı şaşkınlığa düşürmektedir.”
Abdullah Rafi’nin Rivayeti
Abdullah Rafi şöyle rivayet ediyor: “Bir gün Hz. Ali (a.s)’ın evine gittim, O’na kapalı bir kese getirdiler. Açınca kepekli un dolu olduğunu gördüm. Ondan bir miktar yedi, ardından su içti, Allah-u Teala’ya şükretti. Ben şöyle dedim: “Ey Ebe’l Hasan, neden o kesenin ağzını mühürlemişsin?” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:
“Zira Hasan ve Hüseyin bana şefkatlidirler, içine yağ veya tatlı bir şey dökmemeleri için ve Ali’nin nefsi lezzet almasın diye ağzını kapatıyorum.”
Şüphesiz insanın nefsi, dünyevi helal lezzetler içinde git gide isyana düşmekte ve insanı Allah’ın zikrinden alıkoymaktadır. Hz. Ali (a.s) işte bu yüzden nefse mağlup olmamak için lezzetli yiyecekler yemekten sakınıyordu.
Suveyd Bin Gafele’nin Rivayeti
Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 51. Babında (Ahmed bin Kays’tan naklen), Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, Harezmi Menakıb’da ve Taberi Tarih’inde Suveyd bin Gafele’den şöyle rivayet etmektedirler: “Bir gün Hz. Ali (a.s)’ın yanına vardım. Ekşimiş, kokusu her tarafı dolduran bir tabak sütü getirip Hz. Ali (a.s)’ın önüne koydular. Hz. Ali (a.s)’ın elinde kepekli ve kurumuş arpa ekmeği vardı. Ekmek, o kadar sertti ki elle kırılamayınca, Hz. Ali (a.s) diziyle kırdı. O kurumuş ekmeği ekşimiş sütle ıslatıyor yiyordu. Bana da ikram edince oruç olduğumu söyledim, bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Her kim oruç tutar, canı istediği halde Allah’ın rızası için yemezse, Allah-u Teala ona cennet yemeklerini yedirir.”
Suveyd şöyle devam ediyor: Hz. Ali (a.s)’ın haline çok acıdım, yanımda duran hizmetçisine; “Allah’tan korkmuyor musun, arpanın kepeğini almadan ekmek mi pişiriyorsun?” diye itirazda bulundum. Bunun üzerine hizmetçi; “Allah’a and olsun ki, O’nun kendisi kepeği almamamı emretmiştir.” dedi.
Hz. Ali (a.s); “Fizze’ye ne diyordun?” diye sordu. Ben de, söylediğim şeyi kendisine aktardım. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Anam babam Resulullah’a feda olsun, o da ekmeğin kepeğini almazdı ve ölünceye kadar da üç gün olsun buğday ekmeği yemeden vefat etti.”
Hz. Ali’nin Helva Yememesi
Harezmi ve İbn-i Meğazili Menakıp kitaplarında şöyle rivayet etmektedirler: “Hz. Ali’ye hilafeti döneminde biraz helva getirdiler, Hz. Ali parmağıyla bir miktar alıp kokladı ve şöyle buyurdu:
“Ne de güzel rengi ve kokusu vardır. Ama Ali onun tadını bilmiyor.” (Yani şimdiye kadar helva yememişim.)
Kendisine; “Ey Ali, helva size haram mıdır?” diye sorulunca şöyle buyurdular: “Allah’ın helali haram olmaz. Ama memlekette aç varken benim karnım nasıl tok olabilir! Hicaz etrafında aç karınlar, erimiş ciğerler dururken ben tok karınla nasıl yatarım? Emir’ul- Muminin olduğum halde, müminlerin dert ve zorluklarından nasıl uzak durabilirim?”
Hakeza Harezmi Adiy bin Sabit’ten şöyle rivayet etmektedir: “Bir gün Hz. Ali’ye tatlı getirdiler; ama O, nefsine hakim olarak yemedi.”
Bunlar Hz. Ali (a.s)’ın yemek tarzıydı; bazen sirke, bazen tuz, bazen biraz yeşillik, bazen de kurumuş arpa ekmeği ile bir miktar süt yerdi. Hiçbir zaman iki çeşit yemek yemezdi.
Hicri 40 tarihinde Ramazan ayının 19. Gecesinde, yani İbn-i Mülcem tarafından şahadet darbesine maruz kaldığı gece, kızı Ümm-ü Gülsüm’ün misafiriydi. İftar için Hz. Ali (a.s)’a ekmek, süt ve tuz getirdiler. Hz. Ali (a.s) kızı Ümm-ü Gülsüm’ü o kadar sevmesine rağmen rahatsız olarak şöyle buyurdu:
“Senin kadar babasına eziyet eden bir kız görmedim.”
Ümmü Gülsüm; “Babacığım ben ne yaptım? diye sorduğunda şöyle buyurdular:
“Babanın bir sofrada iki çeşit yemek yediğini nerede gördün?”
İçlerinde lezzetli olan sütü kaldırmalarını emretti; sadece ekmek ve tuz ile iftar etti. Ardından şöyle buyurdu:
“Dünyanın helalinde hesap, haramında ise azap vardır.”
Hz. Ali’nin Elbisesi ve Giyimi
Hz. Ali (a.s)’ın elbisesi de oldukça sade ve değersiz şeylerdi. İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, İbn-i Meğazili Menakıp’ta, Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Sibt bin Cevzi Tezkire’de ve diğer alimleriniz de kendi kitaplarında şöyle yazmışlardır: “Hz. Ali’nin elbisesi, beş dirheme aldığı kaba bir kumaştandı.”
Mümkün olduğu kadar elbisesini yamalıyordu ve elbisesinin yamağı genellikle hurma lifinden veya deridendi. Ayakkabısı da hurma lifindendi. Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de ve İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde şöyle yazmışlardır: “Hz. Ali (a.s) zahiri hilafeti döneminde, elbisesine o kadar yama atmıştı ki, amcası oğlu Abdullah bin Abbas O’nun bu durumuna üzüldü. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdular:
“O kadar yama üstüne yama attırdım ki, artık yamacıdan utanıyorum. Ama Ali’nin dünya ziyneti ile ne işi var! Nasıl fani olan ve baki kalmayan nimetlere sevinebilirim!”
Başka birisi; “Neden hilafetiniz zamanında yamalı elbise giyip düşmanlar karşısında gülünç hale düşüyorsunuz?” diye eleştiride bulununca şöyle buyurdular:
“Bu, kalbi yumuşatan, insandan kibri uzaklaştıran ve mümini kendine uyduran bir elbisedir.”
Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, Harezmi Menakıp’ta, İbn-i Esir Kamil’de ve Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de şöyle rivayet etmişlerdir: “Alinin ve kölesinin elbisesi birdi. Aldığı iki elbise de aynı şekilde ve aynı değerdeydi; birini kendisi giyiyor, diğerini de kölesi Kanber’e veriyordu.”
İşte bunlar, kendi alimlerinizin de yazdığı gibi Hz. Ali (a.s)’ın yiyecek ve giyecek tarzıydı; vakit az olduğundan özetle aktarmaya çalıştım. Yoksa gerçekten Hz. Ali (a.s)’ın yaşamı, akıllara durgunluk veren bir yaşamdı.
Hz. Ali (a.s)’ın kendisi kuru arpa ekmeği yerken fakirlere, yetimlere, yoksullara buğday ekmeği, şeker, bal ve hurma veriyordu. Kendisi yamalı elbise giyerken yetimlere ve dul kadınlara en güzel elbiseleri veriyordu.
[15] - “Allah birdir, Allah’dan başka tanrı yoktur, eşi ve ortağı da yoktur, Muhammed benim kulum ve resulümdür ve ben onu Ali ile güçlendirdim.”
[16] - “Allah’dan başka tanrı yoktur, Muhammed Allah’ın elçisidir ve onu Ali ile güçlendirdim.”
[17] - “Allah’dan başka tanrı yoktur, Muhammed Allah’ın elçisidir, Ali Allah’ın velisi ve Peygamber’in kardeşidir; gökle yer yaratılmadan iki bin yıl önce.”
[18] - “Allah’dan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın resulüdür ve onu veziri olan Ali ile teyit ettim.”
[19] - “Ben Allah’ım, benden başka tanrı yoktur, tekim, Muhammed benim habibimdir, halk arasında ona veziri olan Ali ile yardım ettim.”
[20] - “Ben Allah’ım, benden başka tanrı yoktur, tekim, Muhammed benim habibimdir, halk arasında ona veziri olan Ali ile yardım ettim.”
[21] - “Ben Allah’ım benden başka tanrı yoktur, tekim, Muhammed benim habibimdir, halk arasında ona veziri olan Ali ile yardım ettim.”
[22] - Enfal/ 62.
[23] - “Allah’dan başka ilah yoktur, birdir, eşi yoktur, Muhammed benim kulum ve elçimdir; O’nu Ali bin Ebi Talib ile güçlendirdim ve yardım ettim.”
[24] - Bakara/35.
PEŞAVER GECELERİ:Mut’anın Helal Olduğuna Dair Deliller
PEŞAVER GECELERİ:Hz. Ali (a.s)’ın Düşmanı Kafirdir