PEŞAVER GECELERİ:“Ali’yi Sevmek Hasenedir” Hadisinin Ehl-i Sünnet Kitaplarından Senetleri ve Manası
YEDİNCİ OTURUM
Sizin, Allame Meclisi’nin “Bihar’ul Envar” kitabından naklettiğiniz bu hadisi, İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde, Hatip Harezmi “Menakıb”ının 6. Faslının sonlarında, Süleyman Kunduzi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 42. ve 56. bablarında (Kunuz’ud- Dekaik’ten naklen), Şeyh Abdurrauf Menavi el-Mısri “Menakıb’is- Seb’in”nin 239. sayfasında (Hadis 49) Firdevs Deylemi’den, o da Muaz bin Cebel’den naklen, Mir Seyyid Ali Fakih-i Hemdani eş-Şafii “Meveddet’ul- Kurba”nın 6. Meveddesinde, İmam’ul- Harem eş-Şafii (Muhibbuddin Ebu Cafer Ahmed bin Abdullah-i Taberi) “Zehair’ul- Ukba”nın Ehl-i Beyt’in fazileti hakkında nakletmiş olduğu 70 hadisten 59. hadisinde, Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”da, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talip”de ve diğer alimleriniz Enes bin Malik ve Muaz bin Cebel’den, onlar da Resulullah (s.a.a)’ten şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
“Ali’yi (a.s) sevmek hasenedir (iyilik ve rahmettir), onunla birlikte hiçbir seyyie (günah ve kusur) zarar vermez; Ali’ye buğz (düşmanlık) etmek ise seyyiedir, onunla birlikte hiçbir hasene fayda vermez.”
Yine İmam’ul- Harem Ahmed bin Abdullah Taberi eş-Şafii “Zehair’ul- Ukba”da, İbn-i Hacer tarihinin 215. sayfasında, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 56. babının 33. hadisinde “Menakıb-i Seb’in”den naklen, İbn-i- Asakir kendi tarihinin c. 1, s. 159’unda Nesai’den o da İbn-i Abbas’tan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: “Ebu Talip oğlu Ali’nin sevgisi, ateşin odunu yediği (yaktığı) gibi günahları yer .”
Üçüncü olarak; hadis anlama yeteneğine sahip olanlar, perdelerin kalkması ve muammaların çözülmesi için oldukça dikkat gösterip derincesine düşünürler; bir hadisi anlayamadıklarında veya onun gerçek manasına yetişemediklerinde, hemen yermeye kalkışmaz ve ona uyduruk nispeti vermezler. Menficilik kolay bir iştir. Ama Allah’ı sürekli olarak göz önünde bulundurmamız gerekir. Kur’an-ı Kerim “Enbiya” suresinin 7. ayeti kerimesinde bize şöyle emrediyor:
“Bilmiyorsanız, şu halde zikir ehline sorun!”
İki fırkanın üzerinde icma ettiği ve size çözümü zor gelen bu hadisin manası çok açık ve çözümü basittir. Kur’ân’a müracaat ettiğimizde görüyoruz ki, Kur’an günahları, kebire ve sağire (büyük ve küçük)) olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Bazı ayetlerde, büyük günahlar karşısında küçük günahlara “Seyyie” tabiri zikredilmiştir. Nitekim Allah Teala “Nisa” suresinin 31. ayetinde açıkça şöyle buyuruyor:
“Size yasaklananların büyük olanlarından kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı (küçük günahlarınızı) örteriz ve sizi güzel bir makama sokarız.”
Bu ayete göre, kul eğer büyük günahlardan sakınırsa, küçük günahları görmezlikten gelinir ve bağışlanır.
Söz konusu hadiste de buyuruyor ki: “Ali’nin sevgisi öyle bir hasene (sevap ve rahmet)’dir ki, hiçbir seyyie (küçük günah) ona zarar vermez.”
Hafız: Allah Teala, Kur’ân’da açıkça şöyle buyurmuyor mu?:
“Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar”[15]
Öyleyse günahkar bir kul, yaptığı günah ister büyük olsun ister küçük, pişman olup Allah’a yönelirse, kesinlikle affedilir. O halde büyükle küçük arasında bir fark yoktur.
Hakikatin Keşfi
Davetçi: Galiba ayet-i şerifeye iyi dikkat etmediniz, yoksa itiraz etmezdiniz. Evvela; büyük günah ile küçük günah arasında fark koyan ben değilim. Allah Teala’nın kendisi fark koymuştur. İkinci olarak; ben de sizin gibi, inanıyorum ki Allah’ın bağışlayıcı olduğuna inanan her kul, yaptığından pişman olarak tövbe edip Allah’a yönelirse, Allah Teala onun günahlarını bağışlar. Eğer tövbe etmeden ölürse, ölümden sonraki akabe (menzil)lerde, hesap gününe kadar azap görür; yaptığı günah çok büyük olmazsa, artık kendi cezasını almış ve o gün affedilir.
Ama eğer büyük günahlar yapmışsa, hesap gününden sonra o cehenneme götürülür; günahlarının cezasını çeker ve daha sonra cehennemden kurtulur. Eğer küçük günahlardan tövbe etmeksizin dünyadan ayrılırsa, Ali (a.s)’ı seven bir kimse olursa, Allah Teala (kendi lütfuyla) onu affeder, ölümden sonraki menzillerde cezaya tabi tutulmadan ve cehennem azabı görmeden cennete götürülür. Nitekim ayet-i kerimede; “... Sizi güzel bir makama (cennete) sokarız.”[16] buyurmuştur.
Anlayamıyorum, bu hadisi nasıl günah yapmak için cesaret ve laubalilik sayıyorsunuz! Hadiste büyük veya küçük günah yapmaya emir mi vardır? Cevap kesinlikle hayırdır. Öyleyse yersiz olarak hayal etmişsiniz. Halbuki bu hadis-i şerif, günaha cesaret etmeye değil ümitsizliğe kapılmaya mani oluyor. Bir çok inançlı kişiler vardır ki, heva ve hevese kapılarak küçük günah işlediler mi şeytan; artık rahmet yüzü görmeyeceksiniz diye onlara vesvese edip ümitsizliğe sokmaya çalışır, onlar da genellikle genç ve cahil olduklarında dolayı aldanarak ümitsizliğe kapılırlar ve derler ki; artık affedilmeyeceğimize göre, öyleyse neden zevkimizi sürmeyelim! Böylece yavaş yavaş küçük günahlardan geçip büyük günahlara da bulaşıyorlar.
Ama bu çeşit hadisler kalplere ümit ışığı saçıyor, insanın hata yapabileceğini ve Hz. Ali’yi gerçekten sevdiğinde de kusurların ona zarar vermeyeceğini insana anlatıyorlar. Allah Teala Kur’an ayetlerinde bağışlama ve affetmeyi vaat ettiğinden dolayı, bağışlaması için de bir takım sebepler kılmıştır; Hz. Ali (a.s)’ın sevgisi de o sebeplerden biridir.
Şia asla laubali olamaz; Şia demek takipçi demektir; Hz. Ali’nin Şia’sı demek, sözünde ve amelinde O Hazreti takip eden ve tam manasıyla O’nunla uyum sağlayan kimse demektir. İşte bu sıfatlara sahip bir Şia kurtuluş ehlidir. Nitekim sizin bütün tefsir ve diğer muteber kitaplarınızda, önceki gecelerde de arz ettiğim gibi farklı tabirlerle Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Ya Ali! Sen ve Şiaların cennette kurtuluşa erenlersiniz.”
Bu çeşit hadisleri eleştirmenizden daha ziyade, şöyle bir eleştiride bulunabilirsiniz; “Şia kurtuluş ve cennet ehli olduğunu anladığından dolayı cesaret bularak kötü ameller yapmaya teşebbüs edebilir!” Kendiniz de biliyorsunuz ki böyle bir eleştirinin gerçekle ilgisi yoktur.
Şia teklif çağına erdiğinde, Allah’ı ve Peygamberini tanıdıktan sonra, Şia’nın ne demek olduğunu bilmesi gerekir; bunu bildiğinde, söz, amel, ilişki, sosyal hayat ve diğer tüm davranış ve ahlakında Hz. Ali (a.s) ve O’nun evlatlarına uymasının gerekli olduğunu artık kendisi anlamış olur. Yani Hz. Ali (a.s)’ın büyük ve küçük günahlar yapmadığını, hatta mekruh bile işlemediğini görünce, mevlası gibi olmayı, O’nun güzel sıfatlarıyla sıfatlanmayı, kötü ahlak ve adetleri terk etmeyi kendisine vazife bilir. Peygamberler ve İmamlarda olan masumluk makamına sahip olmadığından ve tam manasıyla Ali (a.s) gibi olmanın çok zor, hatta imkansız olduğundan dolayı, Ali’nin sevgisini kazanmak ve O’nun Şialarından olmak için edebildiği kadar O’na uymaya ve benzemeye çalışır. Masum olmadığından ve caiz’ul- hata olduğundan dolayı, bazı alışkanlıklar ve küçük günahlar yapabilir. O da Ali (a.s)’ın sevgisiyle affolunur. Allah etmesin tövbe etmeden ölürse, Hz. Ali (a.s)’ın sevgisi sayesinde, yapmış olduğu kusur ve küçük günahlarıyla sorgulanmaz ve onlar görmezlikten gelinir.
Ama ikinci hadisin yani “Kim Hüseyin’e ağlarsa, cennet ona vacip olur” hadisinin manasına gelince; bu hadisin manası, alim ve avam herkesin anlayabileceği kadar çok sade, açık ve nettir. Mecliste bulunan beyler defalarca, cevap verirken onların da halini göz önünde bulundurmamı hatırlattıklarından dolayı, onların isteğini yerine getirerek çok kısa bir şekilde arz ediyorum ki: Bu hadisin çok sade bir şekilde manası şudur: “Kim Hüseyin’e (O’nu canı gönülden sevdiğinden ve O’nun mazlumiyetinden dolayı) ağlarsa, cennet ona vacip olur.” Bu hadisin mefhumunun aksi de şudur; Hüseyin’e nekes (kötü özlü ve soylu) bir kimse ağlarsa, cennet ona vacip olmaz; hatta bu ağlamasından bir netice bile elde edemez.
Hafız: “Kes” ile “Nekes”[17] arasındaki fark nedir ki, ağlamanın kes’e faydası oluyor da nekes’e olmuyor?
Kes ile Nakes Arasındaki Fark
Davetçi: “Men-i mevsule” kelimesinde “kes” ile “nekes” diye bir şey yoktur. Ama Farsça manasında bu kelimeler (yerine göre) gelebilir. “Kes”; Allah’ın birliğini kabul eden, Adem’den Hatem’e kadar büyük peygamberlerin nübüvvetine inanan, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberin düsturlarını uygulayan, cismani maada inanan, cennet ve cehenneme inancı olan, Hz. Peygamberin Ehl-i Beyt’inin velayetini kabul eden, Hz. Ali (a.s) ve O’nun 11 evladının hepsini Allah’ın en sahil kulları, itaatleri farz olan İmamlar ve Resulullah (s.a.a)’in vasi ve halifeleri bilen, Resulullah (s.a.a)’in 12. vasisini yani Hz. Ali’nin 11. evladı Hz. Mehdi’yi halen yaşadığına, Allah istediği zaman zuhur edip dünyayı zulümle dolduktan sonra adaletle dolduracağına inanan mümin bir kimsedir.
Ama “nakes”; dinin emirlerini zahirde kabul eden, fakat amel safhasında salih olmayan, onları tümüyle terk eden veya bazılarına yerine getirip bazılarını terk eden veyahut adam öldürme, şarap içme, zina yapma, faiz yeme gibi büyük günahlara duçar olan ya da namaz, oruç, humus, hacc vb. gibi terk ettiği farzları telafi etmeğe çalışmayan bir Müslümandır. Böyle bir Müslüman her ne kadar ağlasa da, ağlamasının ona bir faydası olmaz.
Ancak, kötü amellerinden tövbe eder, yapmadığı amelleri telafi etmeğe çalışır, halkın malını kendilerine veya yaşamadıkları takdirde varislerine geri çevirir ve onları kendisinden razı ederse, işte o zaman Ehl-i Beyt’in mazlumluğuna ağlamasının ona bir faydası olur. Yoksa yukarıda belirttiğimiz günahları ağlamakla affettireceğini hayal ederek günah işleyen zavallılar, ağlayıp sızlasalar da, Muhammed (s.a.a) ve Âl-i Muhammed ondan razı olmaz ve böyle bir ağlamanın onlara hiçbir faydası dokunmaz.
Biz sürekli olarak minberlerimizde, derslerimizde, dini toplantılarımızda bunları açıklar ve hatırlatırız. Eğer büyük günah ve zulümler yapıp da Muhammed (s.a.a) ve Al-i Muhammed’e ağlamak veya onları ziyaret etmekle her şeyin (bu kolaylıkta) biteceği ve kurtuluşa erişileceği zannedilirse, o zaman düşmanlar geçmişlerini telafi etmişlerdir. Zira onlar da genellikle Ehl-i Beytin mazlumluğuna ağlamışlardır. Nitekim Kerbela vakıası yazarları kendi kitaplarında; “Allah’a and olsun ki o gün (Aşura günü), dost ve düşman herkes Hüseyn’in mazlumiyetine) ağladı.” diye yazmışlardır. Düşman, Peygamber (s.a.a)’in oğlunu, ashabını, torunlarını, hatta süt emen çocuklarını bile katlettiler. Daha sonra onların bu acı durumuna da ağladılar. İşte böyle nekes (alçak) insanlara, bu ağlamanın katiyen hiçbir yararı olmayacaktır.
Hafız: Bir Müslüman, dinin esaslarını kabul edip dini emirleri yerine getirirse kurtuluş ehlidir; öyleyse ağlamanın ona ne faydası vardır. Ağlama ve yas meclisleri düzenlemek ne içindir? Onlara ne gibi bir netice ve fayda sağlıyor ki, müminlerin ağlaması için her yıl büyük masraflar yapıyorlar?
Ağlama ve Yas Tutmanın Netice ve Faydaları
Davetçi: Açıktır ki insan her ne kadar amil ve kamil de olsa, yine de hatalardan masum olamaz. Sonuçta insandır, hata yapabilir. Eğer gaflet edip bazı yanlışlıklara düşer ve hata yaparsa, Allah Teala kullarına olan şefkat ve lütfundan dolayı, bir lütuf ve bağış olarak bir takım sebep ve vesilelerle, onların sürçme ve hatalarını bağışlar. Bazen Hz. Ali (a.s)’ın sevgisini vesile kılar, bazen şehitler efendisi Hz. Hüseyin ve diğer Ehl-i Beyt İmamlarının mazlumiyetine ağlamaya teveccüh eder ve onların döktükleri gözyaşlarını, tövbe kabul ederek onları bağışlar.
Eğer tam manasıyla (dört dörtlük) mümin ve adil olup küçük ve büyük günah işlememiş olurlarsa, Ehl-i Beyti sevmeleri ve O’nların musibetlerine sevgilerinin nişanesi olan ağlamaları, onların makamının yücelmesine sebep olur.
Ama; “Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’ine yas tutma adı altında düzenlenen bu merasim ve masrafların faydası nedir?” dediğiniz söze gelince; siz beyler uzak olduğunuzdan dolayı bu merasimlerin olumlu netice ve faydalarından habersizsiniz. Eğer bu toplantılara katılır, insaf ve sevgiyle yaklaşırsanız, bu toplantıların Muhammed ve Âl-i Muhammed (s.a.a) mektebinin en büyük eğitim yuvası olduğunu görecek ve tasdik edeceksiniz.
Şöyle ki Muhammed ve Âl-i Muhammed (s.a.a) adına yapılan bu toplantılara, halkın her tabakasından, hatta dinden uzak olan insanlar bile katılırlar. Hatip, vaiz, alim, mütekellim, müfessir, muhaddis ve diğer dallardaki alimler, tevhid, nübüvvet, mead, dinin fer’i hükümleri, ahlak, ahret, toplumsal ve bireysel görevler hakkında saatlerce açıklamada bulunuyor; günah ve kötü ahlakın (toplum ve aile arasındaki) zarar ve ziyanlarını beyan eder ve mukaddes İslâm dininin diğer dinler karşısında hak oluşuna dair delilleri anlatarak pek çok güzel neticeler sağlarlar.
Her yıl birçok insan, bu toplantılarda söylenen ayet, hadis ve öğütler sayesinde İslâm’ı kabul ediyor ve nice günahkar ve sapık insanlar yaptıkları günahlardan tövbe edip doğru yola hidayet oluyorlar.
İşte bu, her iki fırkanın Resulullah (s.a.a)’in Hz. Hüseyin (a.s) hakkında buyurmuş olduğu sözün sadece bir yönüdür. Resulullah (s.a.a); “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim.” buyurmasıyla, dinin Hüseyin vasıtası ile hayat kazanacağına işaret etmektedir. Hz. Hüseyin (a.s) canını İslam yolunda feda ederek, İslam’ın kökünü kazımak isteyen Emevilerin kökünü kendi mazlumiyetiyle kazıdı.
Bin yıldan beri o büyük zatın adına merasim ve toplantılar düzenlenmekte ve halk kitleleri bu toplantılara katılarak mübelliğ ve konuşmacılar vasıtası ile dinin hakikatlerini öğrenip doğru yola hidayet oluyorlar. Eğitim yuvası olan bu toplantıların faydalarının bir kısmı kısacası budur.
Yine izah için arz ediyorum; Hz. Ali (a.s)’ın Şia’sı ve O’nu sevenler, Hz. Hüseyin (a.s)’ın ziyaretçisi ve O’na yas tutanlar, (bir kelimede diyecek olursak) O’nların aşıkları farzları terk etmez, büyük ve küçük günah işlemezler. Çünkü Hz. Hüseyin (a.s)’ın din için çoluk çocuğunu feda ettiğini ve şahadet şerbetini içtiğini biliyorlar. Nitekim “Ziyaret-i Varis”de şöyle okuyoruz:
“Şahadet ediyorum ki, şüphesiz sen namazı ikame ettin, zekat verdin, iyiliği emrettin, kötülükten sakındırdın; ölüm anına dek Allah’a ve Resulüne itaat ettin.”
Her iki fırkanın muteber kitaplarında, Ümm’ül- Müminin Aişe, Cabir, Enes vs. kimselerden Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Kim Hüseyn’i, hakkına arif olduğu halde Kerbela’da ziyaret ederse, cennet ona vacip olur.”
Yine buyurmuşlardır ki: “Kim Hüseyn’e, hakkına arif olduğu halde ağlarsa, cennet ona farz olur.”
Bildiğiniz gibi farz ve müstahap ameller, Allah’ı tanımaya bağlıdır. Allah’ı gereği gibi tanımayan bir kimsenin kurbet kastı doğru olamaz; zahiri ibadeti doğru bile olsa, marifet olmaksızın faydasızdır.
Ağlama ve ziyaretler de, Peygamber (s.a.a) ve İmamları tanımaya bağlıdır. Yani İmam Hüseyin (a.s)’ın, Peygamberin evladı ve vasisi olduğunu, dini ihya etmek için kıyam ederek bu yolda şehit düştüğünü ve Yezid’e karşı kıyamının da Yezid’in, dini hükümleri alenen ayak altına alarak dinsizliği yaygınlaştırmasından dolayı olduğunu bilmesi gerekir. Böyle bir bilinç üzere İmamlarını ziyaret eden ve yas tutup ağlayan kimse, kesinlikle mevlasının yol yordamına aykırı hareket etmez.
Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Hz. Hüseyin’in hak ehli olduğunu ve hak için Beni Ümeyye’nin adamları tarafından haksızca öldürüldüğüne biz de inanıyoruz. Ama bazıları özellikle tahsilli okumuş gençler diyorlar ki; “Kerbela savaşı dünyevi menfaatler için yapılan bir savaştı; makam sevgisi ve halife olma tutkusu Hüseyin bin Ali’yi Kufe’ye çekti. Doğal olarak, her güçlü hükümet kendisine yönelen tehlikeleri uzaklaştırmak isteyecektir. Yezit ve adamları bu fitneye karşı koymak zorunda kaldılar. İmam Hüseyin’e kayıtsız şartsız teslim olup itaati farz olan halife Yezid’e tabi olmayı, Şam’a gidip halifenin yanında saygınlık kazanmayı veya sağ salim vatanına dönmeyi teklif ettiler. Ama O, bunları reddettiği için öldürüldü. Dolayısıyla makam ve riyaset sevgisi olan böyle birine matem tutmanın anlamı yoktur, aksine bidattir!”
Acaba, Kerbela savaşının dünya sevgisinden kaynaklanan bir savaş olmadığını, tersine İmam Hüseyin’in Allah için, Allah’ın dinini korumak için kıyam ettiğini ve bu yolda savaşıp öldürüldüğünü bilmeleri ve onları bu inançlarından vazgeçirmek için yeterli cevabınız var mı?
Davetçi: Vakit geç oldu. Bu konuya girersek sözün uzamasından ve rahatsızlığa sebep olmasından korkuyorum.
Nevvab: Hayır! Kesinlikle rahatsız olmayız. Büyük bir ilgi ile sizi dinlemeye hazırız. Gerçek ortaya çıksın ki muhaliflere cevap verebilelim. Öylelerine az da olsa cevap verebilmek büyük bir hizmet olacaktır. Rica ediyorum buyurun.
[15] - Zümer/53.
[16] - Nisa 31. ayet.
[17] - Müellifin kendisi az ileride “Nekes” ile “Kes” sözcüklerini açıklıyor.
PEŞAVER GECELERİ:Hz. Fatıma’nın Çocuk Düşürdüğüne Dair Rivayetler
PEŞAVER GECELERİ: Hilafet Tayini Hakkında Yine Gerçeklerin Beyanı