PEŞAVER GECELERİ:Hz. Ali Hakla Batılı Birbirinden Ayırt Edendir
YEDİNCİ OTURUM
Resulullah (s.a.a)’in buyruğuna göre, Hz. Ali (a.s) hakla batılı birbirinden ayırt edendir. Nitekim sizin büyük alimleriniz bu konuda bir çok hadis nakletmişlerdir. Örneğin: Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi, “Kitab'us- Seb’in fi Fezail-i Emir'il- Mu’minin” kitabından naklen “Yenabi’ul- Mevedde”nin 16. babında, Harem-i Şerifin imamı olan Ebu Cafer Ahmed bin Abdullah eş-Şafii, Firdus Deylemi’den naklen 70 hadisin 12. hadisinde, Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii “Meveddet'ul- Kurba”nın 6. Meveddetinde, Hafız “Emali” adlı kitabında ve Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 44. babında, senedi İbn-i Abbas, Ebu Leyla ve Ebuzer-i Gifari’ye ulaşan üç hadisi, farklı ibare ve lafızlarla bu konuda nakletmişlerdir. O hadislerin birinde Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
“Pek yakında benden sonra bir fitne çıkacaktır, böyle olduğunda sizler Ali ile olun; çünkü kıyamet günü beni ilk gören ve benimle ilk musafaha eden O olacaktır; O, yüce makamda benimle beraberdir; O, hakla batılı birbirinden ayırt edendir.”
Öyleyse, Resulullah (s.a.a)’in vefatından sonra, halifenin kendilerinden olmasını isteyen Ensar ve Muhacirin birbirine düşmesi olayı ve fitnesinde, Resulullah’ın hükmü ve emri gereğince, hakla batılı birbirinden ayırt etmesi için, ümmetin Hz. Ali (a.s)’ı getirmesi gerekirdi. Çünkü Resulullah’ın buyurduğuna göre, Ali hangi tarafta olsa, o taraf hak, karşı taraf ise batıldı.
Hafız: Sizin naklettiğiniz bu hadis, haber-i vahittir (yani bir kişinin naklettiği haberdir); haber-i vahit de muteber olmadığı için onunla amel edilmez.
Davetçi: Çok şaşılacak bir şeydir ki çabuk unutuyorsunuz veya kasıtlı olarak öyle davranıyorsunuz. Geçen akşamlarda arz ettim ki, Ehl-i Sünnet alimleri, haber-i vahidi hüccet kabul ediyorlar. Siz bu yüzden hadisi, haber-i vahid olarak reddedemezsiniz. Bunun yanı sıra, bu konuda sadece bir hadis yoktur; sizin güvenilir büyük alimleriniz tarafından bu konuda, farklı ibarelerle maksadı ispatlayan bir çok hadis naklolunmuştur. Biz bu hadislerin bazılarına geçen akşamlarda değindik. Ama şimdi meclisin vakti fazla alınmasın diye sadece raviler silsilesi ve onların kitaplarıyla yetiniyor ve senetli hadislerin hepsini zikretmekten vazgeçiyorum. Şimdi yine, sözlerimin doğruluğunun teyidi için, vakit ve hafızamın yeterliliği dahilinde bazı hadislere değinmek istiyorum.
Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib'us- Süul”da, Taberi “Tefsir-i Kebir”de, Beyhaki “Sünen”de, Nureddin Maliki “Fusul'ul- Mühimme”de, Hakim “Müstedrek”te, Hafız Ebu Naim “Hilye”de, İbn-i Asakir Tarihinde, İbn-i Ebi'l- Hadid “Nehc'ul- Belağa Şerhi”nde, Taberani “Evsed”de, Muhibbuddin “Riyaz”da, Himvini “Feraid”de, Suyuti de “Dürr'ül- Mensur”da İbn-i Abbas, Salman, Ebuzer ve Huzeyfe’den şöyle nakletmişlerdir: Peygamber (s.a.a) mübarek eliyle Ali bin Ebi Talib’e işaret ederek şöyle buyurdular:
“Şüphesiz bu, bana ilk iman eden ve kıyamet günü benimle ilk görüşecek olandır; bu, Sıddık’ı Ekberdir; bu, hak ile batıl arasını ayırt edecek olan bu ümmetin Faruk’udur.”
Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet'ut- Talib”in 44. babında bu hadisi, şu birkaç kelime izafesiyle nakletmiştir:
“...O (Ali), müminlerin sultanıdır; O, ondan gelinecek olan kapımdır; O, benden sonra halifemdir.”
Yine Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib'us- Süul”da, Hatip Harezmi “Menakıp”ta, İbn-i Sabbağ Maliki “Fusul'ul- Muhimme”de, Hatib-i Bağdat “Tarih-i Bağdad” adlı kitabının 14. cildinin 21. sayfasında, Hafız bin Merduye “Menakıp”da, Sem’ani “Fezail'us- Sahabe”de, Deylemi “Firdevs”de, İbn-i Kuteybe “el-İmamet'u ve's-Siyaset” adlı kitabının 1. cildinin 68. sayfasında, Zemahşeri “Rabi'ul- Ebrar”da, Himvini “Feraid”in 37. babında, Taberani “Evsed”de, Fahri Razi “Tefsir-i Kebir”in 1. cildinin 111. sayfasında, Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet'ut- Talib”de, imam Ahmed “Müsned”de ve sizin diğer alimleriniz Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:
“Ali nereye dönse, Ali hak ile, hak da Ali iledir.”
Yine aynı kitaplarda, o kitaplara ilaveten Şeyh Süleyman Kunduzi el-Hanefi “Yenabi'ul- Mevedde”nin 20. babında Himvini’den naklen, Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu zikretmiştir:
“Ali hak iledir; hak da Ali ile; hak nereye meyl ederse, Ali de onunla meyleder.”
Hafız Ebu Naim Ahmed bin Abdullah İsfahani “Hilyet’ul- Evliya”nın 1. cildinin 63. sayfasında kendi senetleriyle Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Ey Ensar topluluğu! Sizleri, sıkıca sarıldığınız takdirde asla sapmayacağınız bir kimseye hidayet edeyim mi?” Ashap; “Evet, ya Resulellah” dediklerinde Hazret şöyle buyurdular: “Sarılmış olduğunuz takdirde dalalete düşmeyeceğiniz O kimse, (gördüğünüz) bu Ali’dir. Öyleyse benim sevgimle O’nu seviniz; benim kerametimle ona ikramda bulununuz. Şüphesiz Cebrail, Allah tarafından size söylediklerimi bana emretti.”
Çeşitli lafız ve muhtelif ravilerle nakledilmiş olan bu nebevi hadisler, ilk bakışta haber-i vahid olarak görülüp has bir mana için beyan olunmuş olsa da, ilim ehlinin yanında bunlara tevatür-ü manevi denilmektedir. Tevatür-ü manevi, çeşitli lafız ve kelimelerle nakl olan özel delillerin içerdiği manadan elde edilen genel ve ortak bir manadır. Genel ve ortak manadan kasıt da, Resulullah (s.a.a)’in velayet makamına olan teveccühüdür ki, O Hazretin diğer kimselere değil Hz. Ali’ye olan meylini ispat etmektedir.
Bunun yanı sıra şunu da bildirmektedir ki; Hz. Peygamber (s.a.a)’in şefkat ve sevgisine maruz kalan Hz. Ali (a.s)’dır; çünkü Peygamber (s.a.a) daima Hz. Ali (a.s)’dan yardım talebinde bulunmuştur. Zira Hz. Ali (a.s), yardım etmede uzman birisi idi. İşte bundan dolayı, ümmeti de kendisinden sonra Hz. Ali’ye müracaat etmeğe ve ona sarılmaya davet etmiştir. Çünkü Hz. Ali (a.s), sürekli hak iledir ve hakla batılı birbirinden ayırt edendir. Bu tür hadisleri mütalaa ettikten sonra biraz insafla konuşunuz. Acaba Hz. Ali’nin, Ebu Bekir’e karşı muhalefet etmesi, sizin hayali icmanızın dışında kalması ve Ebu Bekir’e biat etmemesi, Ebu Bekir’in hakkaniyetine mi yoksa onun hilafetinin batıllığına mı delildir?
Eğer Ebu Bekir’in hilafeti hak idiyse, o zaman neden hak ve hakikat simgesi olan ve Hz. Peygamber’in de hakkında “O hak ile, hak da onunladır ve hak daima onunla döner” buyurmuş olduğu Hz. Ali (a.s) onlara biat etmedi ve aksine onlara karşı muhalefet bile etti?
“Sakife” günü yapılan acelecilik, gerçekten çok şaşırılacak ve üzülecek bir şeydir. Kesinlikle araştırmacı her şahsı, o güne karşı kötümser ve karamsar ediyor. Eğer işin içerisinde hile ve fitne yoktuysa öyleyse neden Hz. Peygamber’in de buyurduğu gibi hakla batılı birbirinden ayırt eden Ali (a.s)’nin, sahabenin ileri gelenlerinin, Ben-i Haşim’in, özellikle Peygamber (s.a.a)’in amcası Abbas’ın, umuma ait olan hilafet meselesinde bir araya toplanıp görüş ve fikirlerini belirtmeleri için birkaç saatliğine sabretmediler?
Hafız: İşin içerisinde hile ve siyasetin olmadığı apaçıktır. Zira ortamı tehlike bürümüş olduğundan dolayı, İslâm’ı korumak için halife tayininde acele ettiler.
Davetçi: Yani siz, Ebu Ubeyde Cerrah’ın (Mekke’nin eski mezarcısı) veya diğerlerinin, Hz. Peygamber (s.a.a)’in amcasından, kendi canını din yoluna adayan Hz. Ali (a.s)’dan veya sahabenin diğer ileri gelenleri ve Beni Haşim’den daha çok mu İslâm’ı düşündüklerini söylemek istiyorsunuz?
Eğer orada konuştukları kadar sabretseydiler veya Ebu Bekir ve Ömer mecliste konuşarak onları oyalayıp Ebu Ubeyde veya başka birisini, Hz. Ali ve Abbas’ı çağırmak ve İslâm’ın tehlikede olduğunu onlara bildirmek için gönderseydiler ve o iki mühim şahsiyetin gelmesi için biraz sabretseydiler, İslâm ortadan kalkacak veya önlenilmeyecek bir fitne mi doğacaktı?
İnsaflı olunuz, eğer birazcık sabredip de en azından Ben-i Haşim ve sahabelerin ileri gelenleri olan Abbas ve Ali (a.s)’ın Sakife'ye gelmeleri için haber salsaydılar, o üç kişi hak olduğu takdirde güç kazanacaklardı. Böyle olunca da, İslâm’da ihtilaf kelimesi doğmaz ve 1335 yıldan (müzakere ve münazara tarihi) sonra, bu akşam Müslüman, din kardeşi olan biz ve sizler bu mecliste birbirimizin karşısına çıkmayacak, aksine gücümüzü bir araya toplayarak İslâm’ın asıl düşmanlarıyla savaşacaktık. Öyleyse İslâm’ın başına ne geldiyse, o gün geldiğini tasdik ediniz; işte bu ihtilaf, o üç kişinin gizli hedef ve maksatlarına ulaşmak için aceleciliklerinden ortaya çıkmıştır.
Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Acele davranarak mescid ehline ve Peygamber’in Ehl-i Beytine haber vermemelerinin sebebi ne idi?
Davetçi: Bunu kesin biliniz ki, onların acele etmesinin sebebi şuydu: Eğer bütün Müslümanların veya en azından Usame bin Zeyd ordusunun ileri gelenlerinin ve Medine’de olan sahabe ile Ben-i Haşim’in büyüklerinin oraya gelmeleri ve istişareye katılmaları için sabretseydiler, kesinlikle o toplulukta hilafet için adı zikr olunan şahısların içerisinde Hz. Ali’nin de adı zikr olunacaktı. Eğer Hz. Ali (a.s)’ın veya Abbas’ın adı o toplantıda anılsaydı, hak ve hakikat taraftarları elde olan açık delillerle, onların külahını siyaset alanı arkasına atacaklardı.
İşte bundan dolayı, Ben-i Haşim ve sahabenin ileri gelenleri Peygamber (s.a.a)’in gusül, kefen ve defin işleriyle meşgulken, onlar kendi işlerini görmek ve Ebu Bekir’i iki kişinin icmasıyla halife tayin etmek için acele ettiler. Nitekim de bunu başardılar. Sizler de kalkıp bu akşam böyle bir işe, Müslümanların icması adını veriyorsunuz. Nitekim sizin Taberi ve İbn-i Ebi’l- Hadid gibi büyük alimleriniz ve bunlardan başkaları, Ömer’in şöyle dediğini yazmışlardır: “Ebu Bekir’in hilafeti, acele ile ansızın gerçekleşti; Allah onun işini hayır kılsın.”
Ömer’in; “Nübüvvet ve Saltanat Bir Ailede Toplanmaz” Sözüne Reddiye
Sizin, Ömer’in sözüne dayanarak; “Nübüvvet ve saltanat bir ailede toplanmaz” şeklindeki sözünüze gelince; bu söz “Nisa” suresinin 54. ayetiyle reddedilmiştir. Ayet şudur:
“Yoksa onlar, Allah’ın kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? Doğrusu biz, İbrahim ailesine kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk (saltanat) de verdik.”
Bu ayetin hükmüne göre sizin deliliniz geçersizdir. Kesinlikle bu hadis zayıf, hatta uydurulan hadislerden olup halife Ömer’e istinat edilmiştir. Zira Resulullah (s.a.a) asla Kur’ân’a aykırı bir söz buyurmaz. Böylece bu ayet nübüvvet ve saltanatın bir yerde olabileceğine en açık bir delildir. Nitekim Âl-i İbrahim ve başkalarında bu iki özellik bir araya toplanmıştır.
Buna ilave olarak, hilafet makamı, nübüvvetin bir parçası hatta o makamın devamıdır. Sizin kastettiğiniz manada, bir arada toplanacak olan sultanlık ve padişahlık değildir.
Eğer Hz. Musa’nın kardeşi Hz. Harun, Musa (a.s)’ın hilafet makamından uzak idiyse, Hz. Ali (a.s) da Hatem’ul- Enbiyan (s.a.a)’in hilafet makamından uzak olmalıdır. Kur’ân’ın hükmü gereğince, nübüvvet ve hilafet Hz. Musa ve Harun (a.s)’da bir arada olduğuna göre, geçen gecelerde arz ettiğim “Menzilet” hadisi gereğince, Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s)’da da bir araya toplanmıştır. Sizin bu hadisiniz, kesinlikle Emevilerin uydurdukları sahte ve asılsız sözlerdir; hiçbir açıdan kabul edilemez.
Eğer nübüvvet ve hilafet (halife Ömer’e göre saltanat) bir arada toplanmıyorsa, o zaman neden halife Ömer, şura meclisinde Hz. Ali (a.s)’ı hilafet için aday gösterdi? Sizin kendiniz de O Hazreti dördüncü mertebede halife olarak kabul ediyorsunuz.
Acaba aralıksız hilafet, (uydurulmuş bir hadisle) nübüvvet ile bir arada olamıyorsa, aralıklı hilafet ile bir arada olabilir mi?!
Göz açık, kulak açık, bu körlük!
Allah’ın göz kapatmasına şaşırıyorum!
Üstelik, Resulullah (s.a.a) açıkça; “Ali’nin gittiği yoldan gidin; başkalarının yolundan değil” diye buyurmaktadır.
Siz diyorsunuz ki; “nübüvvet ve saltanat bir ailede toplanmaz” halbuki Resulullah (s.a.a), önceki gecelerde, senetleriyle huzurlarınıza arz ettiğim her iki fırkanın kabul ettiği Sekaleyn hadisi gereğince, Ehl-i Beytine itaat edilmesini ümmete farz kılmış, onlara muhalefet etmeyi ise apaçık sapıklık olarak beyan etmiştir. Hazret defalarca şöyle buyurmuşlardır:
“Sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabıyla itretim olan Ehl-i Beytimi; bunlara sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz.”
Nasıl ki Hz. Nuh’un zamanındaki tufan olayında onun emriyle gemiye binenler kurtuldu ve binmeyenler de -hatta kendi sulbünden olan oğlu bile- helak oldularsa, Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) de bu ümmet içerisinde Ehl-i Beytini, ihtilaflı konularda kurtuluşa ermeleri, O’nların akıl, fikir, ilim, zahir ve batınlarından yararlanmaları için O’nları Nuh’un gemisi konumunda tanıtmıştır. Hz. Nuh’un gemisine binmeyen nasıl helak olduysa, Ehl-i Beyt’e sarılmayanlar da öylece helak olurlar. Bu konuya daha önce de genişçe değindik.
Bunun gibi açık naslar gereği bu ümmet, karşılaştıkları olaylar ve ihtilaflı meselelerde Ehl-i Beyt’in görüş ve fikirlerinden yararlanmaları gerekir. Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) bir takım şahsi özellikleri ve Hz. Peygamber (s.a.a)’in O’nun hakkındaki tekitle buyurmuş olduğu sözlerine ilave olarak O, Ehl-i Beyt’inin en kamil ve üstün bir şahsıdır. Öyleyse neden, O’nun doğru görüş ve fikirlerinden faydalanmaları ve yardım almaları için bir saat bile beklemediler.
Bu işin içerisinde bir sır olmasaydı, ilim ehli, akıl ve fikir sahibi kimseler şaşırıp kalmazlardı. Ellerini vicdanlarına koyup insafla hüküm verdiklerinde hakikatin derinliğine ulaşıyor, öncekilerin körü körüne gittikleri yolu gitmiyor ve siyaset oyuncularının, alelacele Ebu Bekir’i hilafet kürsüsüne getirerek Hz. Ali’yi sabit olan hakkından uzaklaştırmaları için böyle bir düzene başvurduklarını anlamış oluyorlar.
Şeyh: Hangi delile göre sadece Ali bin Ebi Talib’e (k.v) itaat edilmesinin gerekli olduğunu, sahabenin fikir ve icmasının ise üzerine çizgi çekilmesini buyuruyorsunuz?
PEŞAVER GECELERİ:Sekaleyn ve Sefine Hadisleri
PEŞAVER GECELERİ:Ashabın Büyüklerinin Ebu Bekir’in Biatinden Kaçınmaları