PEŞAVER GECELERİ:Mağara Ayetinin Delil Getirilmesi ve Onun Cevabı
BEŞİNCİ OTURUM
Şeyh: Cedel yapmıyorum demeniz şaşırtıcıdır; oysa yine de cedel yapıyorsunuz. Acaba Allah-u Teâla Kur’ân’ı Kerim’in 9. suresinin (Tevbe) 40. ayetinde şöyle buyurmuyor mu?:
“Eğer siz ona (Peygambere) yardım etmezseniz bilin ki, Allah ona zaten yardım etmişti. Hani küfredenler onu iki kişinin ikincisi olarak yurdundan çıkardıklarında, mağarada bulundukları bir sırada arkadaşına şöyle diyordu: “Tasalanma, Allah bizimle.” Bunun üzerine Allah ona sükunet indirdi ve kendisini sizin görmediğiniz ordularla destekledi...”
Bu ayet, önceki ayeti teyit etmesinin yanı sıra, “Vellezine meahu” (onunla beraber olanlar) cümlesinden de, hicret gecesi mağarada Resulullah (s.a.a)’le beraber olan Ebu Bekir’in ümmetin hepsinden daha faziletli ve şerefli olduğuna en büyük delildir. Ayrıca Resulullah (s.a.a) batini ilimle Ebu Bekir’in O Hazretin halifesi olacağını ve kendisinden sonra da bir halifenin varlığının olması gerektiğini bildiğinden, onu da kendisiyle birlikte götürerek koruması gerekirdi. Bu yüzden onu da düşmanların eline düşmemesi için kendisiyle beraber götürdü. Ondan başka hiç kimseyi de yanına almadı. Bu yüzden diyoruz ki halife olmak ilk olarak onun hakkı idi.
Davetçi: Sizler Ehl-i Sünnet gözlüğünü çıkarıp bir kenara bırakmadıkça, çıplak gözle tarafsız ve taassupsuz bir insan gibi ayete bakmadıkça, ayetin iddianıza herhangi bir delil teşkil etmediğini göremezsiniz.
Şeyh: Eğer iddiamızın tersine başka delilleriniz varsa beyan ediniz.
Davetçi: Sizden rica ediyorum, bu konuyu kapatalım artık. Çünkü söz sözü açıyor. Böyle olunca da bazıları inat ettiğimizi zannedebilir, işin sonu da kin ve nefrete dönüşebilir .Bizim halifelerin makamına karşı ihanet ettiğimiz de düşünülebilir. Şimdilik herkesin makamı korunmuştur. Boş yere tevil ve tefsir etmenin bir anlamı yoktur.
Şeyh: Lütfen işin altından kaçmayın. Emin olun ki, mantıklı deliller kin ve nefret doğurmayacağı gibi gerçekleri de ortaya çıkaracaktır.
Davetçi: “İşin altından kaçma” dediğiniz için cevap vermek zorundayım. Kaçma diye bir şey yoktur işin içinde. Ben sadece edebe riayet etmeye çalıştım. Şimdi sözlerimi insaf ve dikkatle dinleyin. Bunun cevabını muhakkik alimler çeşitli yollardan vermişlerdir. Öncelikle şunu belirtelim ki Resul-u Ekrem (s.a.a)’in Ebu Bekir’in kendisinden sonra halife olacağını bildiğinden onun canını korunması Resulullah (s.a.a)’in üzerine farz olduğu iddianız aslı olmayan bir şeydir. Bunun cevabı çok kolaydır. Şöyle ki Peygamber-i Ekrem’in halifesi yalnızca Ebu Bekir olsaydı böyle bir ihtimal olabilirdi. Oysa Hulefa-i Raşid’in halifelerinin 4 kişi olduğunu sizin kendiniz söylüyorsunuz. Durum böyle iken getirdiğiniz delile göre Resulullah (s.a.a)’in dört halifenin dördünü de yanında götürmesi gerekiyordu. Yoksa birinin canını kurtarıp da diğer üçünü tehlikeye atması, hatta o kalan üçünden birini de kesinlikle düşmanın hücumuna uğrayacak şekilde yatağına yatırması bu delille hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır.
Taberi’nin kendi tarihinin üçünü cildinde yazdığına göre, Ebu Bekir Resulullah (s.a.a)’in ne zaman hicret edeceğinden haberi bile yoktu. Hz. Ali (a.s)’ın yanına giderek Hz. Peygamber’in ne durumda olduğunu sordu. O da onun mağaraya gittiğini, işi varsa oraya gitmesi gerektiğini söyledi. Ebu Bekir de koşarak yarı yolda Resulullah (s.a.a)’e ulaştı. Böylece mecbur beraberce yola devam ettiler. Bundan da anlaşılıyor ki Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onu kendisiyle birlikte götürmek istememiştir. Aksine o izinsiz olarak Resulullah’ın yanına gidip yarı yoldan sonra onunla beraber yola devam etmiştir.
Hatta bazı hadislere göre Hz. Peygamber (s.a.a)’in Ebu Bekir’i yanında götürmesinin sebebinin tesadüfi, fitne çıkmaması ve düşmana haber vermesinden korktuğundan dolayı olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim sizin insaflı alimleriniz buna itiraf etmişlerdir. Örneğin: Sizin ünlü alimlerinizden olan Şeyh Ebu’l Kasım bin Sabbağ “En- Nur’u ve’l- Burhan” adlı kitabında Muhammed bin İshak’dan, o da Hassan bin Sabit-i Ensari’den şöyle rivayet etmiştir:
“Hz. Peygamber (s.a.a)’in hicretinden önce Umre için Mekke’ye gittim. Kureyş müşriklerinin Resulullah (s.a.a)’in ashabına sövdüklerini gördüm. O sırada Resulullah (s.a.a) Ali’ye kendi yatağında yatmasını emretti. Ebu Kuhafe’nin oğlu Ebu Bekir’in düşmanlara haber vermesinden korktuğundan dolayı onu yanına olarak mağaraya doğru hareket ettiler.”
Ayetteki istişhat yeri ve fazilet sebebini beyan etmiş olsaydınız çok iyi olurdu. Resulullah (s.a.a)’la birlikte yolculuk yapmak, hilafetin ispatı için nasıl bir delil olabilir?!
Şeyh: İstişhat yeri apaçık malumdur. Birincisi; Resulullah (s.a.a) ile birlikte olması ve Allah’ın ona Resulullah (s.a.a)’in arkadaşı demesi. İkincisi de şu ki; Allah Teala Resulullah’ın dilinden şöyle buyuruyor: “Allah bizimle beraberdir.”[12] Üçüncü olarak da; Allah tarafından Ebu Bekir’e sekine (manevi bir güç) inmesi, onun faziletine büyük bir delildir. Bunların hepsi onun efdalliği ve halifelikte öncelik hakkına sahip olduğunu göstermektedir.
Davetçi: Kimse, Ebu Bekir’in mertebelerini inkar etmiyor. Zira o yaşlı bir Müslüman, ashabın büyüklerinden ve Resulullah (s.a.a)’in zevcesinin babası (yani kayın pederi) idi. Ama sizin az önce saydığınız deliller, Ebu Bekir’e özel bir faziletin ve halifelikte öncelik hakkına sahip olduğunun ispatı için yeterli değildir.
Garezsiz yabancı birisinin karşısına, ona özel bir fazilet ispat etmek için bu ayet hakkında yaptığınız beyanlarla çıkarsanız, kesinlikle itiraza maruz kalırsınız. Zira sizin cevabınıza karşılık derler ki: İyilerle arkadaş olmak tek başına faziletli ve üstün olmak için yeterli değildir. Birçok yolculuklarda iyiler kötülerle ve kafirler de Müslümanlarla arkadaş oluyorlar. Nitekim yolculukta bunlar daha çok göze çarpmaktadır.
Şahit ve Örnekler
Yusuf suresinin 39. ayetinde de görüldüğü üzere Hz. Yusuf (a.s) zindanda iken iki arkadaşı vardı. Ayette şöyle buyurmaktadır:
“Ey benim zindan arkadaşlarım! Parçalara bölünüp fırkalaşmış Rabler mi daha hayırlıdır, Vahid ve Kahhar olan Allah mı?”
Müfessirler bu ayet hakkında şöyle diyorlar: Yusuf’u zindana götürdüklerinde, kralın aşçı ve sakisi olan iki kafiri de onunla birlikte zindana götürdüler. Bu üç kişi 5 yıl boyunca bir yerde kaldılar. Ayette görüldüğü gibi Hz. Yusuf (a.s) onlara “arkadaşlarım” diye hitap ediyor. Acaba Peygamberin o iki kafire arkadaş diye hitap etmesi onların fazilet ve şereflerini mi ispatlamaktadır. Yoksa onlar iman mı etmişlerdi? Halbuki müfessir ve tarihçilerin hepsi, onların beş yıl arkadaşlıktan sonra kafir olarak Hz. Yusuf’un yanından ayrıldıklarını söylüyorlar.
Kehf suresinin 37. ayetinde de Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Kendisiyle konuşan (imanlı fakir) arkadaşı ona dedi ki: Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni bir adam olarak biçimlendiren Allah’ı inkar mı ettin?”
Sizin büyük alimlerinizden olan Fahr-u Razi’nin de “Tefsir-i Kebir”de naklettiği gibi, müfessirlerin geneli bu ayet hakkında şöyle diyorlar: Biri mümin, diğeri de kafir olan iki kardeş vardı. Müminin adı “Yahuda”, kafirin ise “Beradus” idi. Aralarında geçen konuşma uzun olduğu için nakletmiyoruz. Ancak görüyorsunuz ki Allah-u Teâla, biri mümin, diğeri de kafir olmasına rağmen onları “arkadaş” olarak nitelendiriyor. Acaba müminin kafirle arkadaş olması, kafire herhangi bir fayda sağladı mı?
Cevap olumsuzdur. Demek ki birisiyle arkadaş olmak tek başına fazilet ve üstünlük için yeterli değildir. Bu konu için birçok delil var, ama zaman bundan fazlasına izin vermiyor.
Resulullah (s.a.a)’in Ebu Bekir’e “Allah bizimle beraberdir.” diye buyurması Allah’ın kesinlikle daima onunla beraber olduğu ve bunun da onun üstünlüğü ve hilafetinin ispatı için delil teşkil ettiği iddianıza gelince; en iyisi bu konudaki inancınızı yeniden gözden geçirin. Çünkü böyle dediğinizde size hemen itiraz ederek şöyle derler. “Allah yalnızca mümin ve evliyalarla mı beraberdir? Mümin olmayan birisiyle beraber değil midir?”
Acaba bir yer var mı ki Allah orada bulunmasın? Bir kimse var mı ki Allah onunla beraber olmasın? Bir mecliste hem mümin hem de kafir olursa, Allah’ın yalnızca müminle beraber olduğunu ama kafirle olmadığını akıl kabul eder mi? Nitekim Allah Teala Kur’ân’ın 58. suresi olan Mücadele suresinin 7. ayetinde şöyle buyuruyor:
“Allah’ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekte bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O’dur; beşin altıncısı da mutlaka O’dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra yapmakta olduklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Allah, her şeyi bilendir.”
Bu ve buna benzer ayetlere, akli ve nakli delillere göre, ister mümin olsun ister kafir, ister dost olsun ister düşman, isterse de münafık olsun Allah herkesle beraberdir. İki kişi bir arada olsa ve biri diğerine “Allah bizimle beraberdir” derse, bu karşı tarafın faziletli olduğunu ispat etmez.
Nitekim eğer iki iyi adam, ya da iki kötü adam, ya da biri iyi diğeri kötü olan iki kişi bir arada olsalar, yine de Allah onlarla beraberdir.
Şeyh: “Allah bizimledir” sözünden maksat, yani biz Allah’ın sevgili kullarıyız; çünkü Allah’a yöneldik, Allah için ve Allah’ın dinini korumaktan ötürü hareket ettik. Bu yüzden Allah’ın lütfü bizi kapsamaktadır.
Hakikatin Gözler Önüne Serilmesi
Davetçi: Bunun anlamı dediğiniz şekilde olsa dahi, yine size itiraz ederek diyecekler ki: Böyle bir şey hiçbir kimsenin ebedi saadetine delil olamaz. Çünkü Allah, kulların amellerine bakar. Bir zamanlar amelleri iyi olup Allah’ın rahmet ve lütfüne şamil niceleri vardı; sonraları kötü amelleri sonucu ve imtihan zamanında başarısız oldukları için Allah onlara buğz edip onları rahmetinden mahrum bırakmış ve onlar da melun olmuşlardır.
Nitekim İblis yıllar boyunca Allah’a halis niyetle ibadet etti. Ama Allah’ın emrine isyan ettiği, heva ve hevesine tabi olduğu an Allah’ın rahmetinden mahrum kalarak kıyamete kadar lanetlenmiş oldu. Allah Teala ona şöyle buyurdu:
“Öyleyse oradan (cennetten) çık; çünkü sen kovulmuş bulunmaktasın. Şüphesiz Din (kıyamet) gününe kadar lanet senin üzerinedir.”[13]
Biliyorsunuz, örnekte münakaşa olmaz. Bunları konunun iyi bir şekilde anlaşılabilmesi için söylüyorum.
İnsanlar da aynıdır. Onların da içinde niceleri vardı ki önceleri Allah’ın dostlarıydılar; ama imtihan vakti olunca Allah’ın düşmanı haline gelmişlerdir. Burada örnek olarak iki kişiye değineceğiz. Kur’ân-ı Kerim’in insanların ibret alması ve ümmetin gafillerinin uyanması için onlara işaret etmiştir.
Bel’am Bin Baura
Onlardan biri Bel’am bin Baura’dır. Bel’am Hz. Musa (a.s)’ın zamanında Allah’a o kadar çok yakındı ki, Allah ona İsm-i A’zamını vermişti. Bir defa dua etmekle Hz. Musa (a.s)’ı “Tiyh” vadisinde şaşkın hale getirmiştir. Ama imtihan zamanı gelince, makam sevgisi onu Allah’ a isyana ve şeytana itaat etmeye itmiştir. Böylece cehennemi de satın almıştır. Müfessir ve tarihçilerin hepsi onun durumunu yazmışlardır. Fahr-u Razi de kendi tefsirinin 4. cildinin 463. sayfasında İbn-i Abbas, İbn-i Mes’ud ve Mücahid’den naklen onun hikayesini nakletmektedir. Allah-u Teala A’raf suresinin 175. ayetinde şöyle buyuruyor:
“Onlara, şu adamın haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi vermiştik; onlardan sıyrılıp çıktı, şeytan da onu peşine taktı; nihayet o, azgınlardan oluverdi.”
Abid Bersisa
Ötekisi ise Abid Bersisa’dır. Bu da önceleri Allah’a öylesine yakındı ki duaları kabul oluyordu. Ama imtihan edildikten sonra sonu hayırlı olmadı. Şeytanın hilesine aldanarak bir kızla zina etti. Bu yüzden de bütün zahmetleri boşa çıktı. Sonra darağacına asılarak kafir olarak dünyadan gitti. Bunun için Allah Teala Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Durumları, şeytanın durumuna benziyor. Hani, şeytan insana küfret-inkar et der, insan küfür ve inkara sapınca da şöyle konuşur: ‘Vallahi ben senden uzağım; ben, alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım!’ Bu yüzden ikisinin de sonu, içinde sürekli kalacakları ateşe girmek oldu. Zalimlerin cezası işte budur.”[14]
Demek ki bir insandan belli bir zaman iyi bir amel görülürse, bu onun akıbetinin hayırlı olacağını ispatlamaz Onun için şöyle dua etmemiz buyurulmuştur: “Allah’ım, işlerimin sonunu hayır kıl.”
“Ayrıca, “Mean-i Beyan” ilminde şöyle bir şey vardır: Bir cümlede bir şey özellikle vurgulanıyorsa, bunun sebebi muhatabın şek ve şüphede olduğu içindir. Ayet-i Kerime’nin cümle-i ismiyye ve in-i müşeddede ile başlaması, karşı tarafın akidesinin bozukluğunu, tezelzül ve tevehhüme kapıldığını, şek ve şüphede olduğunu gösteriyor.
Şeyh: İnsaflı olun biraz. Sizin gibi birisinin bu konuda İblis, Bel’am-i Baura ve Bersisa’yı örnek getirmesi doğru değildi.
Davetçi: Kusura bakmayın, az önce örnekte münakaşa olmaz dediğimi duymadınız mı? İlmi ve mezhebi münazaralarda örnekler konunun iyice anlaşılabilmesi için getirilmektedir. Allah şahittir ki, misal ve şahit getirirken hiçbir zaman ihanet kastım yoktur. Sadece kendi görüş ve akidemi ispat etmek için aklımda olanları söyledim.
Şeyh: Ayetin kendisinde Ebu Bekir’in faziletini ispat eden karine vardır. Çünkü ayette şöyle buyuruyor: “Feenzele sekinetehu aleyh” (Allah, sükunetini ona indirdi.) Sekinetehu’daki zamir (“ona” kelimesinden maksat) Ebu Bekir’dir. Bu da açıkça Ebu Bekir’in başkalarından daha faziletli ve üstün olduğunu ortaya koymakta ve sizin gibilerin de yanlış düşüncesini ortadan kaldırmaktadır.
Davetçi: Yanılıyorsunuz, “Sekinetehu”daki zamir, Resulullah’a dönmektedir. Sekine (sükunet), Resulullah’a inmiştir; Ebu Bekir’e değil. Çünkü cümlenin hemen arkasından şöyle buyuruyor: “Ve eyyedehu bicunudin lem terevha” (Kendisini, sizin görmediğiniz ordularla destekledi.) Hakkın ordusuyla desteklenmek, kesinlikle Resulullah’ın hakkıdır; Ebu Bekir’in değil.
Şeyh: Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellemin) bu ordularla desteklenmesi kesin ve belli bir şeydir. Ama Ebu Bekir (r.z), Resulullah’la beraber olduğu için o da nasipsiz değildi.
Davetçi: Eğer ikisi de İlahi rahmete nail olsa idiler, o zaman ayetin bütün cümlelerindeki zamirler tesniye olarak gelmesi gerekirdi. Halbuki önceki ve sonraki bütün zamirler müfret (tekil) olarak getirilmiştir; tâ ki Resulullah (s.a.a)’in yüksek makamı ve Allah’tan gelen rahmet ve inayetlerin O’nun şahsına ait olduğu ispat ve belli olsun. Eğer Resulullah’ın tufeylisi olarak başka birilerine de rahmet ve sekine inmiş olsaydı, onun adı zikredilirdi. Bu ve benzeri ayetler, sekine ve rahmetin yalnızca Resulullah (s.a.a)’e ait olduğunu ortaya koymaktalar.
Şeyh: Resulullah (s.a.a)’in sekine (sükunet) ve rahmete ihtiyacı yoktu. Çünkü sekine O’nda her zaman mevcuttu. Buna binaen sekine, yalnızca Ebu Bekir’e inmiştir.
Davetçi: Neden aynı şeyleri tekrar ederek meclisin vaktini alıyorsunuz. Hangi delile göre Hatem’ul- Enbiya’nın sekineye (sükunete) ihtiyacı olmadığını söylüyorsunuz? İster Peygamber olsun ister olmasın, herkesin Allah’ın rahmetine ihtiyacı vardır. Huneyn kıssasında Tevbe suresinin 26. ayetinde Allah-u Teâla’nın şöyle buyurduğunu unuttunuz mu?: “Sonra Allah, resulünün üzerine de, müminlerin üzerine de sükunetini indirdi.”
Fetih suresinin 26. ayetinde de yine, sekinenin Resulullah’a ve müminlere indiği vurgulanmıştır. Bu ayetlerde Resul-ü Ekrem (s.a.a)’den sonra müminlere de değinilmiştir. Eğer Ğar (mağara) ayetinde, Ebu Bekir müminlerden sayılmış olsaydı, sükunet ve sekineye meşmul olarak zamirlerin tesniye olarak zikredilmesi ya da onun isminin ayrıca anılması gerekirdi. Bu mesele o kadar açıktır ki, sizin insaflı alimleriniz de ayetteki zamirin Ebu Bekir’e ait olmadığını söylemişlerdir.
Siz beylerin, Şeyh Ebu Cafer Muhammed bin Abdullah İskafi’nin (Mutezilenin büyük alimlerindendir) “Nakz’ul- Osmaniyye” adlı kitabını okuması çok iyi olur. Bu insaflı alimin, Ebu Osman Cahiz’in tutarsız sözlerinin cevabında hakkı nasıl da aşikar ettiğine bir bakınız. İbn-i Ebi’l- Hadid de “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin 3. cildinin 253. sayfasından 281. sayfasına kadar, onun verdiği cevaplardan bazılarını naklediyor.
Bütün bunlara ilave olarak, ayette bir cümle var ki sizin söylediğinizin tam aksini ispat ediyor. O cümle şöyledir: Resulullah (s.a.a), Ebu Bekir’e mahzun olma diyerek onun hüzünlenip gamlanmasına engel oluyor. Bu cümle Ebu Bekir’in o anda hüzünlü olduğunu gösteriyor. Acaba Ebu Bekir’in hüzünlü olması, iyi bir amel miydi yoksa kötü bir amel mi? Eğer iyi bir ameldiyse, sizin de bildiğiniz gibi Resulullah (s.a.a) hiçbir zaman birinin iyi bir ameline engel olmazdı. Ama eğer kötü bir amel idiyse, öyleyse bu amelin sahibi faziletli birisi değildir. Faziletli olmayan birisi de Allah’ın rahmetine şamil olamayacağı gibi ona sükunet de nazil olmaz. Şeref ve fazilet yalnızca evliyalara, müminlere ve Allah’ın dostlarına aittir. Evliyaların bir takım alametleri vardır. Onlar o alametlerle tanınırlar. Bunların en önemlisi Kur’ân-ı Kerim’de buyrulduğu gibi evliyalar hiçbir olayın karşısında korkmaz ve hüzne kapılmazlardı. Aksine, direnip sabrederlerdi. Yunus suresinin 62. ayetinde Allah-u Teâla şöyle buyuruyor:
“Biliniz ki; Allah’ın velileri için korku yoktur, onlar mahzun olacak değillerdir.”
(Söz buraya ulaşınca, herkes saatlerine bakıp gece yarısını geçti dediler. Nevvab efendi; “Kıble sahibin sözü, mezkur ayetin hakkında henüz bitmemiş, daha söylenecek çok söz vardır bir sonuca ulaşamadık” dedi. Beyler de; “Gerek yoktur, daha fazla zahmet vermeyelim, gerisi yarın akşama kalsın” diye cevap verdiler. O gece Resulullah (s.a.a)’in bi'setinin yıl dönümü ve büyük bayramlardan biri olduğu için meclise pastalar, tatlılar, şerbetler getirdiler; meclis neşeli bir şekilde son buldu.)
[12] - Tevbe/40.
[13] - Hicr/34-35.
[14] - Haşr/16-17.
PEŞAVER GECELERİ:Zikr Ehli Âl-i Muhammed’dir
PEŞAVER GECELERİ:Hz. Ali, Resulullah (s.a.a)’in Yanında En Çok Sevilen Şahıstı