NASIR HUSREV -2
Nâsır Husrev, ömrünün bir bölümünü çeşitli üstünlükler de kazanarak emirler hizmetinde ve oyun, eğlence, mal ve makam kazanma noktasında geçirdikten sonra yavaş yavaş bir durum değişikliği ve gerçekleri kavrama düşüncesi içine girdi ve kendi zamanının genellikle zahir ehli olan alimleriyle sohbetlere başladı. Ancak onun aydın ve parlak zihni, kulluk ve taklit etme yükü altına girmiyordu. Kendi sorularının cevabını ilim ve hakikat iddiacılarında bulamıyordu. Bundan dolayı da sürekli ıstıraplı, düşünceli ve rahat etmeyen bir zihne sahipti. Belki de bu duygularından dolayı bir süre Türkistan, Sind ve Hint yolcuklarıyla geçirirerek çeşitli din erbabıyla sohbet ve görüş alış-verişlerinde bulundu.
Sözün özü, Nâsır-i Husrev, Zahîrî makamları katettikten sonra hakikati arama düşüncesi içine düştü ve bu uzun düşünce içinde birçok şehirler dolaştı, çeşitli kavim ve alimlerle oturdu. Özellikle de bir süre din alimleriyle sorulu cevaplı oturumlara girdi. Fakat onlar, Şeriat konusunun aklî olmadığını, aksine kulluk ve taklitle bağlantılı olduğunu söylemekteydiler. Bu sözler, bu dönemde birçok memlekette galibiyeti ellerinde bulunduran Eş‘arî ve hadis ehlinin sözleriydi.
Şairin bu başıboşluğu ve rahat etmeyişine kendisinin 437/1045 yılının Cemadiye’l-ahir ayında görmüş olduğu bir rüya son verdi. Bu rüyada, birisi Ka’be’ye doğru işaret etmiş ve hakikatin o tarafta olduğunu göstermişti. İşte bu rüya, üstadı 444/1052 yılına kadar devam eden yedi yıllık yolculuğa sürükledi. O, bu seferinde dört kez hac etmiş, üç yıl da Mısır’da kalmış ve Fâtımî halifesi el-Mustansır billah’ın (427-487/1035-1094) hizmetine girmiştir. Fâtımîler imamı tarafından İsmailiyye’nin davet merkezlerinin on iki adasından biri olan Horâsân adasına Huccet makamına atandı ve İsmailiyye mezhebini yamakla görevlendirip o dönemin Batıniyye liderliğine getirtildi.
Nâsır-i Husrev, Mısır ve Hicaz seferlerinden Horâsân’a geri döndüğü zaman elli yaşındaydı. O, dönüşünden sonra, kendi vatanı Belh’e giderek orada Batınilerin inancına davette bulunmaya ve yaymaya başladı.
Davetçileri çevre bölgelere gönderdi ve Ehl-i Sünnet alimleriyle tartışmalara girdi. Yavaş yavaş mutaassıplar arasından onun düşman ve muhalifleri çoğalmaya başladı ve işi onun için zor bir hale getirdiler. Hatta güya onun öldürülme fetvası bile verildi. Ve o, Selçukluların Şia’ya şiddetli muhalefetine kapılmış olmanın yanında çaresiz olarak kötü dinli, Karamitî, mulhid ve Rafizî olmakla itham edilmesi sebebiyle Nâsıbîlerin şerrinden kurtulmak için vatanını terk etti. Nâsır-i Husrev ile Nâsıbîler arasından ortaya çıkan ve hayatının sonuna dek onun eserleri üzerinde etkili olan sert ihtilaf, Divan’ının her yerinde açıkça görülmektedir. Onun bu halktan, Selçuklu emirlerinden, Horâsân’ın Sünnî alimlerinden şikayetleri ve kendisinin haklı ve hakikati arayıp bulma olan düşünceleri sonucu kendisine yapılan düşmanlıklar yönündeki işaretler, Divan’ının konularında daha çok görülmektedir. Kasidelerinin büyük bir bölümü, bu mutaassıp halkla sert mücadeleleri konusundadır. Belh’ten göç ettikten sonra Nâsır-i Husrev, Nişâbûr ve Mazenderan’a sığındı. Sonunda dağlar arasında bulunan sağlam bir şehir ve kale olan Bedahşân’a bağlı Yemkân’ı sürekli ikameti için mekan seçti. Zira hem Belh’e daha yakın hem de onun mezhebî görevinin olduğu ada idi. Yemkân etrafındaki halkın büyük bir kısmı hala da İsmailiyye mezhebine bağlıdır.
NASIR HUSREV -1
ŞAİR UNSURİ
Mevlana
Firdevsi
NİZAMİ-Yİ GENCEVİ -1