NÜBÜVVET"E DAİR İNANCIMIZ
NÜBÜVVET"E DAİR İNANCIMIZ
Nübüvvetin İlahi bir vazife ve Rabbani bir sefirlik olduğuna inanmaktayız. Allah-u Teala, kullarına doğru yolu göstermek, dünyada, ahırette, faydalarını mucib olacak, mutluluklarını sağlayacak hükümleri bildirmek, onları kötü huylardan, bozguncu gelenek ve göreneklerden arıtmak, onları hikmet ve marifet sahibi kılmak için, lutfuyla seçtiği, insanlığın en olgun ve yüce mertebesine ulaştırdığını kullarına gönderir; onların vasıtalarıyla öbür kullarına kutluluk ve hayır yollarını bildirir; insanlığa layık sıfatları anlatır, derecelerini dünyada da yüceltir, ahirette de.
Nübüvvet, biraz sonra da arzedeceğimiz gibi, İlahi bir lutuftur. Yaratan, insanları hidayete eriştirmek, onları düzene sokmak için peygamberlerini, zat-ı İlahisinin sefirleri ve yeryüzünde halifeleri olarak göndermek lutfunda bulunmuştur. Aynı zamanda, Allah-u Teala"nın, peygamber olarak seçtiği kişilerde, kulların bir seçim, bir ihtiyar hakkına malik olmadıklarına da inanmaktayız; bu seçim, ancak O"nun elindedir ve Peygamberliğini kime vereceğini Allah, daha iyi bilir[18]; kulların bu hususta hakları olmadığı gibi peygamberler vasıtasıyla bildirilen hükümlerde, diledikleri tasarrufta bulunmaya, onları değiştirmeye de salahiyetleri yoktur.
PEYGAMBERLİK LUTUFDUR
Gerçekten de insan, pek şaşılacak bir yaratıktır; görülmemiş tavırlara sahiptir; yaratılışında, tabiatında, özünde ve aklında, çeşitli ve karışık özellikler vardır; bir yandan bütün bozgunculuk huyları insanda toplanmıştır, öte yandan bütün hayır ve düzen sıfatları onda mevcuttur ve insanların her ferdi böyledir. İnsan, bir yandan yalnız kendini sever, kendini düşünür; dileğine uyar, istediklerine boyun eğer, herkesten üstün olmayı, her şey"i elde etmeyi ister; dünya yaşayışına bağlanır; dünyanın süsüne-püsüne, meta"larına kapılır. Nitekim Allah-u Teala, Gerçekten de insan mahrumiyet içindedir elbette, Gerçekten de insan, kendisini ihtiyacı yok görünce elbette azar ve Gerçekten nefis, kötülüğü pek fazla buyurur ayet-i kerimeleriyle insanın bu zaif yönünü beyan buyurmuştur; nefsi bakımından insanın, dileklerine, şehvetlerine, yaratılışı itibariyle düşkünlüğü bir çok ayet-i kerimede açıkça bildirilmiştir.
Allah-u Teala, insana, doğru yolu gösteren, onu düzenli ve hayırlı işlere sevkeden akıl vermiştir; kötülüklere, zulme karşı duran bir kabiliyet, kötü ve pis şeylerden çekinmesini sağlayan bir yaratılış ihsan eylemiştir.
İnsanın özünde, bu hırs ve şehvetle akıl, boyuna çarpışıp durmaktadır. Kimin aklı şehvetine üst olursa o, insanlık bakımından yüce bir makama yücelir, maneviyat bakımından olgunlara karışır; kimin şehveti aklına üst gelirse o, insanlıktan uzaklaşır, alçalır, hayvanlar derekesine düşer.
Bu iki kuvvetin çarpışması sonucunda, insanların çoğu şehvetlerine uyar, hidayetten uzaklaşır; Sen ne kadar üstlerine düşsen de gene insanların çoğu imana gelmez hükmünce sapıklığa dalar. İnsan, kendi özünde ve çevresinde bulunan gerçeklerin çoğunu bilmez; başlı başına, kendisine zarar vereni, faydalı olanı, kendisini kutluluğa ulaştıracak, yahud azgınlığa sürükleyecek şey"i anlayamaz. Tabii şeylerde, madde aleminde, bilgi bakımından ne kadar ilerlerse ilerlesin, kendine, toplumuna, insanlığa faydalı şeyleri, tam bir bilgiyle idrak edemez. Bu yüzden insan, kendisini kutluluk yoluna ulaştıracak, hidayete irşad edecek, akli melekelerini güçlendirecek, şehvetiyle aklının savaşmasında aklına yardımcı olacak, bu savaşta, elini tutup onu düzene götürecek, ona, güzeli, hayrı kötü göstermeyecek, kötüyü, çirkini güzel belletmiyecek bir uyarıcıya, bir öndere muhtaçtır. Allah"ın koruduğu kullar müstesna, hepimiz de bu savaşta, hayrı, şerri, gerektiği gibi bilemeyiz, anlayamayız.
İşte bütün bu sebeblerle, ibtidai olanı şöyle dursun, medeni insan bile, kendisini tümden hayır ve salah yoluna yönelten, dünyasına, ahiretine faydalı ve zararlı şeyleri açığa vuran, kendisine ve toplumuna gereken ve tümden hayır olan yolu, kendi cinsiyle kurullar kursa, oturumlar yapsa, danışmalarda bulunsa bile, gereği gibi bilemez, göremez.
Şu halde Allah-u Teala"ya, kullarına rahmet ve lutuf olarak Onların içinden, onlara ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten hangi işlerde bozguna düşeceklerini anlatan, düzenlerini, kutluluklarını gösterip onları, bunlarla müjdeleyen bir peygamber göndermesi, vücub-ı zati ile, lutfu ve rahmeti dolayısıyla vacibdir; bu, Allah"ın lutfu ve rahmeti dolayısıyladır; çünkü kullarına bol-bol hayırlar veren kerem ve mutlak kemal sahibi olması bakımından, zati bir vücübdur; cömertliği, lutfunu kabule müsteid olarak yarattığı insanlara, elbette cömertliğini, lutfunu bezleder; çünkü O"nun rahmet alanında buhl yoktur; cömertliğinde, kereminde noksan olamaz.
PEYGAMBERLERİN MUCİZELERİNE DAİR İNANCIMIZ
Allah-u Teala"nın, halkını hidayete sevk edecek bir peygamber gönderince, onu şahsen tanıtması, insanları ona yöneltmesi için, risaletine seçtiği kişiye delil ve huccet verdiğine de inanmaktayız. Bu, lutfun itmamı, rahmetin kemalidir. Bu delilin de, insan gücünün üstünde, ancak kainatı yaratanın, varlık alemini tedbir edenin izhar edebileceği bir şey olması gerektir ki o peygamber, bununla tanınsın, bilinsin. İşte bu delile, öbür insanlar, onun eşini - benzerini yapamayacakları, bundan aciz kalacakları için mu"ciz - Halkı acze düşüren, yahud mu"cize - Halkı acze düşüren şeye denir.
İnsanlara delil olarak izhar edilen mucizenin, o peygamberin çağındaki bilginleri, fen ehlini acze düşürecek, şaşırtacak bir şey olması gerektir. Mucize, peygambere, nübüvvet davasının bir delilidir. Başkaları buna benzer bir şey izhar edemedikleri ve bu, olağanüstü bir şey olduğu cihetle bunun, Allah tarafından izhar edildiği, izhar edenin de, kainatı tedbir ve tasarruf edenle ruhi bir yakınlığı bulunduğu anlaşılır. Peygamber, peygamberlik iddiasıyla beraber böyle olağanüstü bir mucize de izhar edince halk, ona karşı eğilir, inanan inanır, inkar eden ise eder.
Bu yüzdendir ki her peygamberin mucizesini, çağında ilerlemiş bilgilerin, fenlerin üstünde bulmaktayız. Musa peygamber"in (a.s.) zamanında sihir pek yaygındı; ondan dolayı ona Asa mucizesi verildi; sihirbazlar, bunun mislini gösteremediler, yaptıkları büyüler batıl oldu. İsa peygamber"in (a.s.) çağında tıb pek ilerlemişti; bu sebeble ona körlerin gözlerini açmak, baras illetine uğramışları iyileştirmek, ölüyü diriltmek mucizesi verildi; tabibler bunları görüp acze düştüler.
Bizim Peygamberimiz"in (s.a.a.) mucizesi ise, belağatiyle, fesahatiyle gerçekten insanları acze düşüren ve ebedi olarak kalan ve kalacak olan Kur"an-ı Kerim"dir.
Çünkü asırlarında belağat, fesahat pek ilerlemişti; belağat erbabı, insanlar arasında, fesahatla, belağatla hitabelerde bulunmak ve şiirler söylemek suretiyle ün kazanmışlardı. Kur"an, bir yıldırım gibi indi, onları per-perişan etti, dehşete düşürdü; akılları tarumar oldu. Kur"an, ona benzer on sure getirmelerini, bir sure söylemelerini buyurdu; dille karşı koyamayacaklarını anladılar, kılıçla karşı durmaya kalkıştılar. Muhammed bin Abdullah"ın (sallallahu aleyhi ve alihi vesellem), getirdiği Kur"an"ın muciz olduğunu, hak üzere indiğini anlayıp O"nun risaletini tasdik etmişiz.